Hayat zor, karmaşık. Gördüğümüz, hissetiğimiz, anladığımız şeyler bambaşka. Dünya bir. Dünyalar çok. Farklı olmaktan korkma. Hayatta bocalamak insana mahsus. Farklı ol. Hayatın farkına var. İçindeki ışığı göstermenin zamanı gelmedi mi? [Özlem Y. Uçak]
22 Ocak 2021 Cuma
Kıpkısa Öykü: Sürtünme
Yol Öyküsü 1 : Trende Kahvaltı
TRENDE KAHVALTI
‘Yirmi iki otuz Ankara Ekspresi hareket etmek üzere!’
Anons duyulurken bir yandan da trenin melodik düdüğü çaldı.
Aklında tuttuğu donuk istasyon görüntüsü renklenmeye başladı, tren ete kemiğe
bürünüyordu. Ece ürkek bir kız çocuğu gibi omuzlarını büzdü. Koca istasyonun
kalabalığında tek başına kalmış hüzünlü babasına el salladı. Kendi hüznünü de gördü
onun yüzünde;
“Ah babacığım. Her seferde korkuyorsun. Görüyorum. Sen
böyle baktıkça ben öksüz çocuk hallerine bürünüyor daha kötü oluyorum.” Kendi
kendine söylendi elini sallarken.
“Hadi git, bekleme. İyiyim ben.”
Ağzını büyük büyük açarak, sessiz konuştu. Babasının düşük
omuzlarını arkadan görene dek baktı ve ardından perdeyi çekti. Yolculuğa başlıyordu.
Ece her ayın ilk günü, şirketin genel merkezinde bir günlük
çalışmaya gidiyordu. Tren hayat damarlarından biri, dost, sırdaş, hatta daha
fazlası olmuştu artık. Önce çocuk oluyor, sonra her tıngırtıda kadına dönüşme
anını kabuk değiştiren bir böcek çabukluğuyla anbean yaşıyordu. Trene her
bindiğinde kendini alıkoyamadığı aidiyet duygusunu büyük bir yoğunlukla
hissettiğini babasına söylediği zaman, koskoca adamın hüngür hüngür ağladığını
gördükten sonra, artık ona hiç bir şey anlatmamaya karar verdi. Oysa trende
yaşadıkları öylesine olağan ve doğaldı ki; tren, yerine başka bir şey
koyamadığı annesi demekti. Bu yüzden bu yolculuklar çok başka türlü oluyordu.
Babasına söyleyemiyordu bir türlü. Zaten onu üzgün görmek Ece’yi kahrediyordu.
Onun suçu yoktu, kimsenin yoktu.
Valizini alt ranzaya yerleştirdi. Perdeyi açıp garı
seyrederken son çağrı düdüğü çaldı. Uzak, geçmiş, gelecek, anne, ölüm hepsi
trenin içinde onunla beraber olacaktı gece boyu. Yolculuğun sonunda gözünü
Haydarpaşa’da açacak olmanın verdiği enteresan bir heyecan vardı bir de. Bu
heyecanı aslında tam olarak Haydarpaşa’nın o büyülü manzarasına değildi, gece
boyu hissedecekleri ve yaşayacaklarının ardından, her ne olursa olsun hayatın
devam etmesi gerektiğini bir kez daha göreceği içindi.
Kompartımanındaki küçücük lavabonun musluğunu kontrol etti.
Bazen su akmazdı. Akıyordu. Lavabonun kenarına koyulan beyaz sabunu eline aldı.
TCDD damgasının üstünde parmaklarını gezdirdi. Girintilerini hissederken içinin
titreyişi bedenini sarıyordu, canlıydı bir kadındı o. Önce burnuna götürüp
gıdıklanana kadar derin bir nefesle kokladı. Sabun iliklerine kadar varlığını
hissettiği birinin sönmeyen kokusuydu. Annesiyle yaşadığı zamanları içine
hapsetmişti sabun. Sadece trendeydi ve bu sabundaydı. “Başka hiçbir yerde
yoksun” dedi. Ama çoğu zaman onun ve onunla yaşadıklarının, yalnızca trende
olmasına memnun oluyordu. Çantasından çıkarıp eskiyi kenara koydu, yenisini
çantasına aldı. Kapısı tıklandı. Evinin kapısıymış gibi açtı. Tanıdı onu,
biletçiyi. Trenin çocuklarından biriydi o. Ece onun yorgun ama dikkatli,
biletçi de Ece’nin dingin ve yalnız halini hızla ve susuz yutulan bir hap gibi
içlerine aldılar.
“Restoran ikinci vagon, yemek servisi gece ikiye kadar,
kahvaltı altıda, gecikmeyin…’
Bu sözleri ezbere bildiği halde ilk kez duyarcasına
dikkatle dinledi. Büyük bir aile olmanın coşkusu içini kıpır kıpır ediyordu.
Sabahları, ‘kahvaltı hazır, haydi kalk’ diyen o yumuşacık ses ile aynı
duygulardı bunlar. Çocukça gülümsedi. Görevlinin kibarca uzattığı ısıtılmış, pamuk
kadar yumuşak ve kar gibi beyaz el havlusunu aldı.
“İyi yolculuklar.”
“İşte” dedi, “yolculuğum şimdi başlıyor.”
Annesinin elini tutar gibi sımsıkı tuttu ve kapıyı
sürdü. Tren hızını almaya, arkasında havası kuru şehri bırakıp Yeditepeli
kente doğru yollanmaya başlamıştı. Rayların üstünde süzülürken zaman kavramı,
rayın tekdüze tıkırtısının içinde yok oluyor ve tren adeta başka bir boyuta
doğru yol alıyordu. Geçilen köyler, kasabalar, sessiz bakkallar, karanlık
metruk istasyonlar trenin peşine takılıp onlar da zamansızlığın çekiciliğine,
bir sırrın gizine kapılıyorlardı sanki. Bir şeyleri arkada bırakırken çıkanlara
yer açıyordu hayat. Ve sonunda o muhteşem Haydarpaşa’nın görkemli görüntüsüne
ulaşacağını bilerek şevkle ilerliyordu tren.
Onun kaldığı kompartıman ne kadar sondaysa o kadar trene
dokunacağı anlamına geliyordu. Yemek vagonuna doğru olabildiğince ağır yürüdü.
Odalardan gelen konuşmaları duyuyor, belli belirsiz rüzgâr uğultusu da
eklenince tren kollarıyla onu saran bir Dev’e dönüşüyordu. Hiçbir sesin
bastıramadığı ray sesi, Dev’ in ayak sesleriydi. Ertesi gün işe koyulduğunda
bile saatlerce beyninde o tını olacağını biliyordu.
Restorana geldi. Güzelliğiyle değil tavır ve hareketleriyle
etkisi altına alan kadınlar olurdu nedense hep restoranda. Aralarında sohbet
ediyorlardı. Yanlarından belli belirsiz selam vererek geçti. Onlardan en uzak
masaya yöneldi. Elinde genellikle Cumhuriyet Gazetesi olan, popülist kisvesi
kuşanmış yaşsız, aydın insanlar da seviyordu Ankara Ekspresini. Böyle biri tek
başına oturuyordu. Her nedense ona ölümü çağrıştırıyordu onlar. Hâlbuki buram
buram yaşam soluyorlardı, görüyordu. Ama
Ece için ölümden başka hiçbir şey yoktu burada; trenin kendisi, yaşam ve ölümdü
zaten.
En büyük gizem, sonsuz bağlılıkla sanki hiç uyumadan çalışan
garsonlardı. Yaşamları trenin içinde geçiyordu sanki. Dev’in atan kalbi
gibiydiler, bazen de gözleri.
Tren duracak gibi yavaşladı, ardından acımsı bir sesle
durdu. Baştan aşağı ürperdi. İçsel bir dürtüyle telaşlandı;
“Yol bitmeden,
sabaha hazırlamadan beni bırakmamalısın. Tamam mı? ” Garson masasına yaklaştı.
“Kızıma son selam olsun.” Dedi ve sustu.
Hüznün karşı konulmaz ağırlığıyla Ece oturduğu yere çöktü.
Susulduğunda daha çok konuşulduğunu bilmek erdemdi. Sessizdi ama bir yandan da
her uzvuyla ve hareketiyle bir şey söylüyordu. Ece sadece gözlerini yumup açtı.
Neden son selam olduğunu biliyordu çünkü ama söylemeye ve duymaya daha hazır
değildi. Saatlerle sınırlanmış sessizlik akdi ikisi arasında bu haliyle
imzalanıyordu.
Trenin çocuklarıydı ikisi de; tren ise korumak isteyen ama
dışarının acımasız ve sert hengâmesinde yüzyılların yorgunluğu ile yeterince
kollayamayan naif bir baba, çocuklarını çok sevdiği halde yanlarında olamayan,
kötülüklerden etkilenip şeytanın pençesinden kopamayan narin ve hassas bir
anneydi şimdi. Sadece üçünün bildiği bir sır vardı ve böylelikle sanki sessiz
kalacaktı.
Her zamanki gibi kalecik karası sipariş etti. Garson küçük
iki boş kadehi önden getirdi. Sonra beyaz kumaş peçetesi ile şarap servisini
sessizce yaptı. Ece, usulca ağır ağır akan şarabın kırmızısını izledi.
“Hayatımın boşluklarını dolduracak mı?” dedi. Garson
sessizlik akdini bozmamanın hevesiyle hafifçe gülümsedi, küçük bir baş hareketi
yapıp uzaklaştı.
Pencereden yıldızlar, zaman zaman da ay görünüyordu.
Koskoca bir boşluğun içinde onlar ve Ece vardı. Masalardaki tüm o insanlar yok
oluvermişti Her bir yudumla girdiği akıl yolları daha bir daraldı ve sonunda
içeride kaldı.
Ilık ses, “ Oturabilir miyim?” dedi.
Ses, şarabın kadehten ağzına akışı gibi içine derince aktı.
Diğer yandan külçe gibi ağırdı. Balyoz gibi sertti. Kadının gözleri tıpkı tren
gibi büyüktü. İçine girip kaybolabilirdi neredeyse. Islaktı, serkeşti. Uzun
açık kumral saçları beline kadar inmişti, incecikti. Öyle güzeldi ki fakat sesi
üzgün ve olgundu. Hiç durulmayan bir nehir gibi beyazdı. Ece ellerindeki
kızarıklıklara bakarak, “Üşümüşsünüz” dedi.
“Dışarısı bayağı soğuk.”
“Alın, ısıtır sizi.”
Kırmızı bebek yaka hırkasını çıkarıp uzattı.
“Ne kadar güzel hırka. Sana çok yakışmış.”
“Teşekkür ederim. Giyin.”
Giydi. Karanlık pencereden içeriyi izliyordu, daha çok
kadını. Omuz başları, göz çukurları aynıydı. Modigliani’nin resimlerindeki
kadınlar gibi uzundu boynu. Kadın sağ eliyle sol omzunu sol eliyle sağ omzunu
tuttu ve titriyordu.
“ Dışarı çıkmasanız olmaz mıydı? Bakın hâlâ titriyorsunuz?
Nedir sizi bunaltan, üzen? Neden kederlisiniz? ” deyip tekrar pencereye döndü;
“Zaman geçtikçe bir şeyleri unutmaktan korkuyorum.
Yüzünü, en çok da kokunu. Trenin çocuklarından birisiniz siz de…” Diyip
sessizliğe büründü.
“Neden sevgiye inanmadınız? Keşke anlayabilsem…”
Kadehi kafasına dikti. Kadın suskun şekilde hâlâ oturuyordu yanında.
Arkasına yaslandı. Her şey olması gereken bir düzende
oluyormuş ve hiçbir şey onun umurunda değilmiş gibi tren, karanlık boşlukta
huşu içerisinde ilerliyordu. Sanki tek hedefi gitmesi gereken yere ulaşmaktı.
“Bu tren gibi olmayı ne çok isterdim. İçinde olup bitenleri
bağrına basıyor ve her ne oluyorsa olsun kendi yolunda gitmeye devam ediyor.”
Pencereden bakarken kadının gözlerinin önünde sokak
lambasının ışığı yandı ve gözler yok oldu. Bir kasabadan ya da bir köyden
geçiyorlardı. Dünyevi meşgalelerin varlığı vardı dışarıda.
“Çabalıyorum. Onun gibi olmaya. Her yolculuğun sabahında
hiçbir şey olmamış gibi devam etmeye çalışıyorum. Unutmaya ama bir yandan da
hep anımsamaya çalışıyorum. Kendimi aldatıyorum.”
Şarabı tazelemeye garson geldi.
“Bir şişe daha açmıyorum, geç oldu.”
“Yarın sabah bana kahvaltı hazırlar mısın? Yine anımsamakta
zorlanacak kadar içimde kayboldum” dedi üzgün ve dingin bir kabullenişle.
“Tabi” Dedi ve sonra devam etti;
“Restoran kapandı. Ama istersen oturabilirsin biraz daha.”
Ece yalpalayarak kalktı;
“Gitmeliyim, uyumalıyım.”
“Biraz daha otursak, hemen gitmesen. Daha konuşsak. Şarabı
seviyordum ben de. Bir kadeh de benim için… Affettin mi ha affettin mi? ”
“Yalvarmayın. Affedilecek bir şey yaptıysanız yalvarmamalısınız…”
Beşik gibi sallanıyordu tren. Açık perdeden güneş vurdu
yüzüne. Uyandığında ranzadaydı. Nasıl geldiğini anımsamıyordu. Restorana
gitmeli, garsonu bulmalıydı;
“Suskunluk bitsin mi?”
“Bitsin. Başka çarem mi var?”
“Kahvaltını getireyim mi? Her zaman ki gibi peynirli tost
ve sütlü kahve.”
“Gece uyutmadım yine galiba.”
“Uyumak ölüm gibidir ama biz yaşıyoruz. Öyle değil mi?
Unutmadan. Hırkanı getireyim.”
Hırkanın kırmızısı garsonun elinde ölü bir kuş gibi
çırpındı.
“Bu hırka beni kahrediyor. Bir daha bunu getirmeyeceğim.”
“Sen bilirsin. Ama onunla özel bir bağın var biliyorsun.
Giymesen de o senin üstünde.”
Ece'ye kibar bir beyefendi gibi giydirdi.
“Mektubu cebine koydum. Masada kalmış.”
Elini cebine attı. Mektubu nazik hareketlerle açtı. Belki
de yüzüncü kez okumaya başladı;
“Sevgili kızıma, son selam olsun bu mektup. Affet beni
kızım. Ama ben hiçbir şeye dayanamıyorum. Senin hiç bir suçun yok. Babanın da.
Ona iyi bak. O çok iyi bir baba. Çok iyi bir kocaydı, ona söyledim. Bana rağmen
beni sevdi. Amacım sizi üzmek değil aksine üzmemek için bunu seçtim. Güzel
kızım, başarılısın, güzelsin de. Çok iyi olacaksın ve ben seni izleyeceğim.
Sana ördüğüm hırkanın cebine koyuyorum mektubu. Ben gittikten sonra bu hırkayı hep
saklayacağını biliyorum. Son konuştuğum kişi, restorandaki genç garson. Fotoğrafını
verdim. Mektubu sana vermesini rica ettim. Gözlerinde gördüm. İnsanlara
güvenmek lazım. Ben bunu başaramadım. Kendime bile inanmadım, hayata, sevgiye.
Bana dedi ki, trenin çocuklarıyız biz, kollar bizi. Hoşuma gitti. Beni de kollasın,
kurtarsın beni bu içimde yılan gibi gezinen kötü düşüncelerden. Neden hep
ruhumda hissettiğim biteviye kederlerle doğdum ki... En hızlı gittiği sırada
yapacağım. Acımayacak hissediyorum. Şimdi mutluyum. Beni tanrıdan başkası
iyileştirmez. Ben öldükten çok sonra okursun. Olsun. Sakın kendini suçlu
hissetme. Asla. Böylesi daha iyi. Bir kere üzüleceksiniz, daha fazla
üzmeyeceğim artık. Sen bana değil babana benziyorsun neyse ki. Seni çok
seviyorum. Annen.”
Yavaşça mektubu katladı. Hırkanın cebine geri koydu. Garson
kahvaltı ile yanına geldi;
“Dönüş ne zaman?”
“Bu akşamki seferle.”
Tren Haydarpaşa’ya yaklaşmak üzereydi. Sır dolu, karanlık
dehlizlerden geçip aydınlığa ulaşmanın keyfiyle usul usul ilerliyordu. Ece
pencereden boğazın ferahlatan rengini ve aydınlığını içine çekti.
“İyi misin?”
“İyi olacağım. Umarım her 'sefer'de daha iyi olacağım.”
18 Ocak 2021 Pazartesi
Panzehir Öykü: DÖL
DÖL
![]() |
Şevket Dağ- Sahilde Gün Batarken Tablosu |
Coğrafya dersinde öğrendiğimiz ilk şey,
Akdeniz’de dağlar denize paralel Ege’de dik uzanır, idi hatırlarsınız. Şu an
bulunduğum yerde bunu bizzat görüyorum. Böyle pek çok koy, kasaba bilen vardır
eminim. Ben onlardan birinde, Sığacıktayım. Ilık bir rüzgâr esiyor. Dingin, telaşsız
bir hava.
Sırtı çarşıya, denizi sola verip yürürken
yol kenarında dizilmiş iki katlı binaların sonuncusunda bir pansiyonda
kalıyorum. Sahibesi Çağlar Hanım, Kanada’nın Amerika sınırında bir sanayi
kentinde yirmi sekiz yıl yaşadıktan sonra ailesinin yaşadığı bu yere gelmiş. İnsanlar
ailesinin gömülü olduğu toprakların üzerinde ölmek istiyor. Galiba kan
çekiyor. Buna inanıyorum. Oraların eksi yirmi derecelerdeki soğuğunda donmuş
kanını burada ancak ısıtır diye geçiyor aklımdan.
Kasaba pansiyonun az ilerisinde
bitiyor. Denizin ardından yükselen yaban bir dağ saklıyor kasabayı. Güneşin
batışını izlemek için pansiyonun önünde kaldırıma dizili küçük tahta masalardan
birine oturdum. Pansiyon çalışanlarından yanık tenli ve genç olanı, elinde
domates bıçağıyla evinin bahçesinden seslenir bir rahatlıkta, “İçecek bir şey
ister misiniz?” diye soruyor. Yanıma kadar gelmeye gerek görmüyor. Büyük
şehirlerde gösterilen göstermelik tavırlardan, büyük laflardan bıkmıştım,
bu rahatlık hoşuma gidiyor. Ne içsem diye düşünürken delikanlı, “Güneş
batışına soğuk bir beyaz şarap iyi gider. Bir şişe açmıştık. Bir kadeh
verebilirim size”, diyor.
“ İyi fikir” diyorum.
Dingin bir manzara duruyor önümde.
Kollarımı uzatsam sarılacak kadar yakınımda. İçine giriverecek gibiyim.
Doğanın sakinliğini ve o büyüleyici coşkusunu hissediyorum. Tatlı bir esinti
tenimi yalıyor, saçlarımla oynuyor. Benimle konuşuyor gibi geliyor bana. Belki
de olağan karşılanan bir durumdur burada, alacalı deniz ve karşıdaki dağla
saatlerce dertleşmek. Bir parçası olduğumu düşünmeden edemiyorum. İçindeki enerjiyi
damarlarımda akan kanı hissettiğim kadar iyi hissediyorum. “Çok güzelsin”
diyorum onunla konuşuyorum.
Önümde halı gibi serili denizin ardına
bakıyorum. Yamaçtaki ıssız eve gözüm dalıyor. Tepesindeki tekdüze rüzgâr
türbinleri olmasa yalnız, ürkek, adeta rengi alınmış tek başına bir ev.
Manzaraya, enteresan bir çekicilik, sebebini tanımlayamadığım bir hüzün vermiş
bu ev. Evin içinde yaşayan hayatları merak ediyorum o anda. Delikanlı, buğulu
kadehte şarapla masama geliyor. Soruyorum ona; “ O evde… Şu karşı evde. Birisi
yaşıyor mu?”
“Ben geldim geleli orada kimseyi görmedim.
Ama geceleri ışığı yanar evin. En iyisi siz onu Çağlar hanıma sorun,” diyor ve
imalı bir bakış atıyor.
Çağlar hanım bir müşterisini odaya
yerleştirip yanıma geliyor. İlginç yaşamı, hayata farklı bakışı, enerjisi,
pansiyona başka bir hava veriyor diye düşünüyorum o yanıma otururken. Yüzünde,
ilk bakışta anlamlandıramadığım ama zamanla düşüncelerime yerleşen harika bir
uyum var. Mona Lisa’nın yüzü gibi ikiye bölünmüş. Bir tarafı hüzünlü ve umarsız,
diğer tarafıysa Akdeniz enerjisinin ve ölçülü rehavetin neşesiyle gülümsüyor.
Onda bir şeyler anlatmak ister bir hava var. Tıpkı doğa gibi; doğallık ve
naiflik akıyor üstünden. Dudaklarının ucunda bekleyen kelimelerin
sabırsızlığını seziyorum.
“Karşıdaki evi sormuşsun. Madem
yazıyorsun sana bir hikâye anlatayım, yazarsın belki,” diyor. İşte diyorum
içimden, bu doğanın konuşması…
“Savaş zamanı kimsecikler vermedi bu
dağları. Geçit yok dediler.” Diyip durgunlaşıyor Çağlar Hanım. Susuyor.
Bekliyorum. Sonra, sesi daha derinden çıkmaya, galiba ondan sonra yüreğiyle
konuşmaya başlıyor;
“ Düşman gitti ama kirli postallarının kanlı
çamurunu evlerin içine, kadınların yüreklerine bırakıp gitti. Ben sana bir şey
diyeyim mi? Zafer kadınların fedakârlıklarıyla kazanıldı…”
Gözlerimle onayladım. Henüz daha konuya
girmediğinin farkındayım. Sanki anlatmak için cesaretini toplamaya çalışıyor,
akmıyor sözcükler, durağan. Kafasıyla o evi gösterdi, yüzü ciddileşti;
“Yaşlı bir adam tek başına yaşar
orada." dedi.
Ev gözümün önüne kadar geliverdi birden.
Çıplak, mezar kadar sessiz görünüyor. Birden sis bulutları kaplıyor üstünü.
Gerçekten de o an bir bulut dolaşıyor. “Yağmur geliyor.” diyorum. Ama büyüyü
bozmak niyetinde değilim, susuyorum.
"Gelmez. Ne zaman bu konuşulsa
bulutlar saklar evi. O zaman anlarız anlatıldığını...”
O anda, içime sığmayan merak duygusu tüm
vücudumu kapladı. Kahkahaları duyulan bir araba geçiyor yanımızdan. Bunu duyuyor
fakat umursamıyoruz ikimiz de. Bazı anlar vardır ki hiçbir şey o anki duygu
yoğunluğunu bozmaz. O anlardan birini yaşıyoruz. Çağlar hanım konuşmaya devam
ediyor:
“Savaş bitmiş. Sokaklarında acı
kolay kolay diner mi? Kasabalıda çaresizlik, bir başınalık, yokluk. Kadınlar
hem erkek hem anne, işçi, savaşçı da. Tencereler boş. Halk birebir vuruşmasa da
heyhat en dibine kadar yaşıyor savaşı. Öyle yaşıyor ki, içine işleyen korku ve
dehşeti sonrasında yıllarca atamıyor..."
“Siyahlara bürünen Anadolu gibi.”
“Evet. Ama ateş bu kıyılara bir başka
düşmüş. Düşman yatak odalara kadar girmiş…” diyor ve yutkunuyor.
Dünya kuruldu kurulalı tüm savaşların başı
ve sonu arasında olan her şey aynı. Gerçek hiç değişmiyor. Galip ve yenik
taraflar için bile savaşın sonunda insanlar aynı yarayı alıyor. Yıkım, acı,
keder, kayıp, bitimsizlik, yokluk. Deniz kokan güzel bir günde, elimde soğuk
beyaz şarabım, önümde doğa manzarası var ama ben kendimi savaşın acısına
sürüklemekte nedense zorlanmıyorum. Çağlar hanım devam ediyor:
“Savaş bitince Türk komutanlar düşmanın
denize döküldüğünü müjdelemek için köy köy kasaba kasaba gezmişler. Buraya da
gelmişler. Halk hâlâ savaşta olduğunu sanıyor düşmanın yok edildiğine bir türlü
inanamıyormuş. - Düşman gitti mi? Nasıl gitti? Hâlâ burada…- dermiş kadınlar.
Askerler ne diyeceklerini şaşırmışlar. Her yanı al bayraklarla donatmışlar. Ne
var ki gencecik kadınların kara yürekleri bir türlü aydınlanmazmış…”
“Sonra yollara dökülmeye başlamışlar.
Kendini öldürenler olmuş. Evet evet, savaştan çıkıp intihar eden elleri
kınalı kadınlar. - Onların yüzüne nasıl bakacağız…- diyip bağıra bağıra
atmış bir tanesi kendini denize. Oracıkta kaybolup gitmiş.”
"-Bu vatan bizim, bu topraklar, bu
dağ, deniz. Erin eve dönsün hele, biter her şey.- dermiş asker ama kadın
yüzüne bakamazmış. Karnına karnına vururmuş. Asker özgürsün dedikçe daha da çok
dövünürmüş…
“-Nedir sizi bu kadar üzen deyin
hele?- demiş bir asker. –Benim savaşım bitmedi. İçimde döl yaşıyor. Karnımdaki
ne olcek! Ne olcek onaaa? Ya bana? Erimin yüzüne nasıl bakacam?- ”
Yüreğime bir fırça darbesi gibi değiyor
kadının sözleri. O an tarihte onlarca yıl geriye gidip denizin siyahlığını
görüveriyorum. İçim ürperiyor. Şu anki zaman diliminde havadaki boşluğun varlığını
ayrımsıyorum. O sözler, genç kadınların elleri, yürekleri, o boşlukta asılı
kalmış. Karşı dağa vurup sesleri kulağıma doluyor. Karnımdaki döl ne olcek, ne olcek bana… Sanki kulağımdan hiç
gitmeyecek gibi yerleşiyor.
Çağlar hanım, benim sindirmemi
istermişçesine sessizleşiyor. O sırada içeriden sesleniyorlar. Bana bir işaret
yapıp gidiyor. Güneş dağın arkasına geçerken tatlı bir serinlik başlıyor. Deniz
ölü bir göl kadar kıpırtısız. Bu deniz, dağ, ağaçlar her şeye şahit. Onlar
gördü. Doğa güzel olanı gösteriyor. Çirkini, kötüyü nasıl da içinde yok ediyor.
Belki de şahit olduğu ve gizlediği kötülükleri kapatmak için bu kadar mükemmel
ve güçlü görünüyor. Ama eve bakınca insanlığın ne kadar acımasız, gaddar, vahşi
olduğunu görüyorum, dehşetle ürperiyorum. İnsanların neler yapabileceklerini
düşündükçe deli gibi korkuyorum ve bu ılık yaz akşamı birden üşüyorum. Diğer
yandan insanın düşmanı da dostu da insan diyorum. Bu ikircikli duygularıma ilaç
olan tek şey o hissettiğim doğanın gücü. Onun sayesinde içimden taşan nefret
hafifliyor ve katı duygularım duruluyor.
Çağlar hanım tekrar yanıma geliyor. Daha
sonra ne oldu, diye soramıyorum. Sonra olanın ne önemi var ki. İçime bir acı
düştü bir kere. Karşımda duran manzara, çığlığın içindeki sessiz ev, coşkusunu
yitirmiş kadın gibi duran deniz, sonrasında olanları anlatıyor bana. Güneş evin
arkasında battı. Yarın yine doğacak. Her şeyin bir sonu ve başka şeylerin
başlangıcı olduğunu ayrımsıyorum. Sokak lambaları yanıyor. O sırada pansiyonun
bahçesinden hafif bir müzik duymaya başlıyorum. Delikanlı bitmiş kadehimi
doldurmaya geliyor. Ben denize dalıp gitmişken eliyle evi gösteriyor;
“Bakın. Akşam oldu, ev ışıklarını yaktı.
Demiştim size. Hep yanar.”
Bu kez hüzünden çok bir sıcaklık ve
tekdüzelik hissettiriyor bana. Çağlar Hanım oturaklı, işini bilir ve sıcacık
hissettiğim samimi edasıyla,
'Mangalı yaktırayım artık. Acıktık değil
mi?' diye soruyor. 'Evet' diyorum. 'Acıktık...'