12 Nisan 2025 Cumartesi

Otizm Kapıyı Çalınca - Söyleşi


 17 Mart 2025 Edebiyat Haber Dergisinde Yayınlanan Söyleşi

Özlem Y. Uçak Aura Kitapları etiketiyle, Agora Yayınları’ndan çıkardığı yeni eserini okuruna sundu. Otizm Kapıyı Çalınca. Oğlu Kerem’i kucağına aldığı andan itibaren gerçekle yüzleşmesine kadar geçen süreyi, sonrasında bambaşka bir koşunun içine girdikleri serüveni tüm samimiyetle anlattığı bu değerli eserini önemli buluyorum. Bu kitabın toplumda bir farkındalık oluşmasına katkıda bulunacağına inanıyorum. Yolunun açık olmasını yürekten diliyorum. 

Kitabın birçok yerinin altını çizerek okudum. Bu yüzden Özlem Y. Uçak’ın cümleleri üzerinden sorularımı sormak istiyorum.

 

1.     Sevgili Özlem;  “Ben elinizdeki kitapta, kendimi, yani bir otizmli annenin duygularını ve yaşadıklarını anlattım. Başımıza gelen şeyin beni, bizi nasıl ve ne yönde değiştirdiğini, bu değişiklikle nasıl baş ettiğimizi göstermek ve benim gibi annelerin, ebeveynlerin, bakıcıların yaşadıklarını diğer insanların anlamasını sağlamak istedim,” diyorsun. Kutsal bir iş yaptığını söylemeliyim. Bu kitap yaşadığın o başlangıç sürecini yeni baştan hatırlaman ve o duyguları yeniden yaşamandı bir nevi. Aynı durum içerisinde olan ailelerin de öğrenmesi açısından sormak isterim: Bu gücü kendinde nasıl yarattın? Seni bu denli önemli sıkıntılar içinde ayakta tutan neydi? 

Cevap: Sevgili Nilgün söyleşiye başlamadan önce, duygularımı yeniden ifade edeceğim bir ortam bana sunduğun için çok teşekkür ediyorum. Ne kadar çok kişiye ulaşırsam o kadar faydalı addediyorum kendimi. 

İlk soruna gelirsek; evet haklısın, kitabı yazarken başlangıçta yaşanan o bilinmezlik, çaresizlik duygusu yüreğimi yeniden sardı. Bunlar geçmişte kalmalı, ben önüme bakmalıydım. Buna kitabımı yazarak başlamalıydım. Yazmalıydım ki, özel aileler yalnız olmadıklarını görmelilerdi. 

Ama asıl beni teşvik eden şey, otizmi herkese, toplumun her kesimine anlatmak, göstermek derdiydi. Bunu bir tek yazarak yapabilirdim çünkü ben bir yazardım. Bunca yıl, onca öykü, iki roman otizmle yaşadıklarımızı kelimelere dökebilmek için bir ön çalışmaydı galiba. Öyle farklı bir dünya ki bu, anlatmalıydım. Görevimdi.

 

2.     “Onun benim dünyama geldiğini düşünüyordum. Ama aslında biz onun dünyasına giriyorduk,” diyorsun. Aslında o nasıl bilmediği bir dünyaya gelmişse siz de ebeveyn olarak aynı derece bilmediğiniz dünyaya Kerem’le adım attınız. Bu cümle çok samimi bir itirafla birlikte durumu kabulleniş. Ve en zoru da zorluğu bilmek, kabullenmek sanırım. Yanılıyor muyum? 

Cevap: Öyle önemli bir şey ki kabullenmek, kabulleniş, artık her ne denirse… Özellikle bunu sorduğun için teşekkür ederim. Otizm, ya da çoğunlukla yaygın gelişimsel bozukluk olarak adlandırılan, bir spektrum. Spektrumdan kastım şu; her otizmli bireyde farklı özelliklerin ortaya çıktığı, kalıpsal durumların olabileceği gibi her bir kişide ayrı ayrı görünebilen bir nörolojik problemler bütünü. Bu açık bir tanım olmadı fakat kabaca böyle özetlenebilir. Daha halk diliyle şöyle söyleyebilirim; her parmağın izi farklı olduğu gibi her bir otizmli birey de farklı. Bizim Kerem’in dünyasına girmemiz, anlamamız gerekiyordu. Tüm bunları yapabilmemiz için ilk önce otizmin varlığını kabul etmeliydik. İtiraf etmeliyim, kabullenmenin ardından başlangıçta kafamda deli gibi dönen pek çok soru kendiliğinden çözüme ulaşmıştı. Sonrası ise, öğrenmek, empati kurmak, adapte olmak.

 

3.     Kitabından otizmin anne karnında saptanabilen bir durum olmadığını öğreniyorum ve daha ilginci çok ileri yaşlara kadar fark edilemeyebileceğini söylüyorsun. Bilimin otizme net bir çözüm bulamadığından söz ediyorsun. Konuyla ilgili yayınları yakından takip ediyorsun. Yazım süresinde kitaba giremeyen bir gelişme oldu mu? Hâlâ bilinmezliği sürüyor mu?

Cevap: Tıp çok hızlı ilerliyor fakat her nedense konu otizm ve benzeri gelişimsel bozukluklar olunca tıkanıp kalıyor. Aslına bakarsan otizm yeni bir buluş değil. 1938’de Hans Asperger adında bir bilim insanı tarafından tanımlanmış. Bunun öncesi de var. Sonrasında Leo Kanner adında başka bir bilim insanı spektrumlu birkaç çocuk üzerinde 1943’te yaptığı çalışmada otizmin özelliklerini daha net açıklar hale gelmiş. Üzerinden nerdeyse bir asır geçmek üzere. Bu sürede pek çok gerekçe çıkmış ortaya. Kimi soğuk anne sendromu diyerek çocukları annelerinden ayırıp bir bakımevine koymuş, kimi ise ilaç, elektroşok tedavileri ile insanları sakinleştirmenin, düzeltmenin yolunu aramış. Fakat bunların hiçbiri spektrumdaki bireylerin otizminin yok olmadığını gösteriyor. 90’lara gelindiğinde görülüyor ki otizm dünyada hızla artıyor. Genetik faktörler, çevre, hamilelik dönemi, annenin beslenmesi, birçok etki ortaya çıksa da hiçbiri otizmin gerçek sebebi değil. Yani demem o ki; bunu çok üzülerek ve hatta büyük bir çaresizlikle söylemeliyim, otizmin nedeni bilinmemekte. 

 

4.     “Mutlu olmak, en azından herkes gibi bir hayat yaşamak için bu kadar emek, çaba harcamanın sebebi neydi? Hayat neden bu kadar zordu? Ve tabii o bildik soru dönüp duruyordu kafamda: Başımıza bu neden gelmişti?” Hayatı sorgulatan bir dönemin içine girdin Kerem’le. Hala sorguluyor musun, bu dönem bitiyor mu?  Daha başka nasıl duygulara evriliyor?

Cevap: Bu hiç bitmez. Hep aklımızın bir yerinde neden sorusu var. Bununla yaşamayı öğrenmek gerekiyor. Zaman ilerledikçe anne babalarda bu soru şuna evriliyor; benden sonra çocuğuma ne olacak? Bu öyle bir soru ve sorun ki diğer tüm duyguları bastırıp devleşiyor kafamızda. Çocuğunun kendi başına ayakta kalabilmesi için çabalıyorsun bu sefer. Kendi başına yaşayabilmesi için onu hazırlama derdine giriyorsun. Yemeğini kendi yapsın, kendi başına alışverişini, özel bakımını yapabilsin, kimseye muhtaç olmasın. Bir sonraki kitabım ergen ve yetişkin otizmlilerin yaşadıkları ile ilgili olacak. Çünkü Kerem ergenliğe yaklaşıyor.

 

5.     Eserinde önemle vurguladığın, eğitim. Otizmli bir bireyin eğitimi. Ancak sadece o birey değil, ebeveynlerin de bu eğitimi alması gerektiğine özellikle vurgu yapıyorsun ve dünyaya gelmiş birini yeniden yaratmaya başlıyorsunuz. Bu konuda kimlere görev düşüyor bunu yeniden söylemeni istiyorum. Bu ekonomik olarak da aileleri zorlayan süreçte kimler sizin yanınızda olmalı yeniden seslenir misin? 

 

Cevap: Bir diğer güzel soru daha. İsterdim ki bir ilaç bulunsun çocuğum onu içsin ve her şey düzelsin. Bunun için tüm varımı yoğumu koyardım ortaya. Fakat şu an elimizde eğitimden başka bir yol yok. Ne yazık ki devletten yeterli eğitim desteği göremiyoruz. Otizmli bir çocuğun haftada en az 30 saat özel eğitim alması gerekir. Devletin sağladığı sadece 2 saat. Kalan saatleri aileler kendi maddi imkânları ile almak zorundalar. Özel eğitim almakla da bitmiyor. Spor, sanat, meslek eğitimleri vermek şart. Nörogelişim gösteren bireylerle aynı eğitimi alamadıkları için onlara özel programlar yapılmalı. Biz şu an üvey evlat gibiyiz. Devletin öz evladı olmak istiyoruz. Tabii her şeyi devletten beklemek yanlış olur. Toplumdaki tüm bireylerin otizmi tanımaları, büyük şirketlerin otizmli gençleri işe almaları gerekir. İnanır mısın? Koca Türkiye'de otizmli istihdam edilmiş sayı 100 kişiyi dahi bulmuyor. Bu gençler çalışabilir. Yeri geldiği için çağrı yapmak isterim. Büyük şirketler! İşe alım programlarınıza otizmli personel alımını da ekleyin. İnanın zarar görmezsiniz…

 

6.     ABA derslerinden bahsediyorsun. ABA dersleri ile birçok zorluğu aştın. Bu kitapta da çok önemli bir şey yapıyorsun yardımcı bir eğitimden, sistemden bahsediyorsun, ailelere örnek oluyorsun. Bilmeyenler duysun isterim: Bu eğitimden kısaca bahseder misin? Size katkıları neler oldu?

Cevap: ABA ispatlanmış otizm eğitim programlarından birisi. Zor bir eğitim. Hem uygulayıcı, yani eğitmen hem de öğrenci için. Bu eğitimde yapılan her şey kanıta dayalı olmak zorunda. Somut, gerçek verilerle ilerleniyor. Kitapta ayrıntısıyla anlattığım bir bölüm var. Kapsamlı olmasının bir diğer sebebi ise ailelerin eğitime doğrudan katılmak zorunda olması. Bu yöntemle günlük hayatta uygulanabilir bir program hazırlanabiliyor. Böylelikle eğitim alan kişi masa başında oturarak değil hayatını sürdürürken her an eğitim programına dâhil oluyor. Ben ABA terapiden çok şey öğrendim. Kerem'e yaklaşımım ABA sayesinde doğru bir hale geldi.  

 

7.     “Otizm bir sosyal iletişim sorunu olduğuna göre sanat bu sorunu sorun olmaktan çıkarabilecek mucize bir yöntem olabilirdi. Otizmi sanat yenebilirdi.” Muhteşem bir teşhis. Sen de öykü-roman yazarısın. Bu zorlu süreçte oğlunu sağlıklı birey olarak yetiştirmek için sanata spora tutunuyorsun. Bunu herkesin duymasını istiyorum Kerem’le neler yapıyorsunuz?

Cevap: Bu çocukların kendini ifade edebilmeye ihtiyaçları var. Sanat bunu en güzel şekilde yapabiliyor. Daha huzurlu ve sakin olmalarını sağlıyor. Bir otizmli çocuğun resim yaparken stereotip hareketler yaptığını ya da sinirli olduğunu hiç gördünüz mü? Bu mümkün değil. Resim yaparken, renklerle oynarken Kerem'in sakinleştiğini görüyorum. Spor ise olmazsa olmaz. Hiperaktivitesini söndürmenin en sağlıklı yolu. Kerem haftanın dört günü yüzme, bisiklet, masa tenisi,  paten gibi spor etkinlikleri yapıyor. Otizmli çocukların uzun saatler masa başında olmalarının çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Bazı aileler sadece özel eğitim aldırarak otizmin sönebileceğini düşünüyor. Yanlış bir kanı. Spor ve sanatla içiçe hem de sokaklarda olmalılar, toplumun içinde bulunmalılar. Biz farklıyız. Toplumun bizi kabul etmesi için saklanmak değil dışarda olmamız gerekiyor. Bu kolay bir şey değil. Özellikle anne babaların yürekli olması gerekiyor. Ne yazık ki dışarısı çok çetin.

 

8.     “Bazen onun gibi olmaya özendiğimi fark ediyordum. Sevmediği şeyi yapmak zorunda hissetmemek, istemediği yemeği yememek, gülmek istediğinde etrafa aldırmadan gülüp ağlamak, çığlık atmak. Bunlar özgürlüktü.” Bunu çok önemli bir itiraf olarak görüyorum. Sen çocuğunu eğitirken o da senin olman gereken insan olman için mi çalışıyordu ne dersin?

Cevap: Bu hayatı kabul edip ona göre yaşamaz isek bu ölüm demektir. Birbirimizden çok şey öğreniyoruz. Ben Kerem’den çok şey öğreniyorum. En başta; insanlar farklıdır, herkes aynı olmak zorunda değildir; bunu öğreniyorum. Empati kurmayı öğreniyorum. Yapılan her şeyin mutlaka bir sebebi var. Hiçbir şey kendiliğinden olmaz, bunu öğreniyorum. Sevginin gücünü, hayatın basitleştirilebileceğini… Hayata bakışım tamamen değişti. Gerçek ben, kişiliğim, onunla ortaya çıktı. Ben oğluma çok teşekkür ediyorum ve onun için her gün dua ediyorum.

 

9.     Otizmle savaşırken aynı zamanda çevreyle de bir savaşa giriyor ebeveynler. Hangisi daha ağır diye sorsam, zor bir soru olur. Bence ikisi de birbirinden ağır. Evladını kabullenirken çevrenin de olurunu, onayını samimiyetini istemek. Antalya’da üzücü bir olay yaşıyorsun, toplumun otizmle ilgili hiçbir fikri olmadığının ve özellikle yargılamaktan hiç çekinmediğinin altını çiziyorsun. Bir daha benzer olaylar yaşamamanı dileyerek bu süreçte bizler, edebiyat çevresi neler yapabiliriz?

Cevap: Otizmi sadece bir farklılık olarak görmek gerekiyor. Eğer solaksanız sağ elinizi kullanamazsınız. Bu durum sizi rahatsız etmez, çünkü yapınız budur ama çevrenizdekiler sol elinizle yazı yazarken sizi tuhaf karşılar. Ta ki o kişiler solak biriyle uzun süre birlikte olana kadar. Ortaokulda bir arkadaşım vardı. Sol elinle nasıl yazabiliyorsun, bana çok tuhaf geliyor. Çok anormal geliyor, derdi. Son sınıfa geldik. Arkadaşıma sordum hâlâ tuhaf geliyor mu solaklık, diye. Hayır, artık gelmiyor demişti. Otizm de bunun gibi, otizmli insanlarla vakit geçirmek gerekiyor. Neden ellerini sallıyor, neden konuşmuyor diyenler bir süre sonra bir başka kişilerin yanında onu savunur hale geliyor.

Edebiyat çevresi çok şey yapabilir. Onları yazabilir mesela. Bizim asıl tüm sanat, iş, STK topluluklarından bir ricamız olur. Bu konuya daha çok yer vermeleri, insanları bilinçlendirmek için çalışmalar yapmaları bizler için en güzel destek.

 

10.  “Araştırmalarımdan çıkardığım sonuç, eğitimle otizmin bastırılabildiğiydi; kaybolmuyordu, ancak söndürülebiliyordu,” diyorsun. Seni çok cesur ve başarılı buluyorum Özlem. Bu sürecin başarısı; kabullenmek ve bilimle, sanatla yol almak diyebilir miyiz?

Cevap: Tam üstüne bastın. Ayağını kaldır J Ve tabii eğitimle… Otizm yok olan bir şey değil. Çünkü hastalık değil. İnsan otizmli doğar ve otizmli ölür. Kendini geliştirerek toplumsal hayata adapte olur veya olamaz.

 

11.  Topluma haykırarak söylemek istediğin bir cümle var mı?

Cevap: Tüm farklılıklarımızla bizi kabul edin, derdim. Tek bir cümle.

 

12.  Söyleşi için çok teşekkür ediyorum ve seni gönülden kutluyorum. 

Cevap: Bu fırsatı bana verdiğin için asıl ben teşekkür ederim. Yalnızlık hissi en kötü şey. Artık bu çabada yalnız olmadığımı biliyorum. Sayende.


https://www.edebiyathaber.net/ozlem-y-ucak-bu-kitapta-beni-beni-tesvik-eden-sey-otizmi-herkese-toplumun-her-kesimine-anlatmak-gostermek-derdiydi/

2 Nisan 2025 Çarşamba

Otizm Farkındalık Çocuk Öyküsü


MÖÖ

Yazan: Özlem Y. Uçak

Küçük kardeşim Kerem’e ineklerin nasıl ses çıkardığını öğretmeye çalışıyorduk. 3 yaşındaydı fakat pek konuşamıyordu. Özel eğitim öğretmenleri, ben, annem hepimiz seferber olmuştuk. Bir gün üst komşumuz Sema teyze bize geldi. Hafta sonu için Ata Çiftliği’ne gideceğini, oradaki ineklerin çok lezzetli sütlerinin olduğunu söyledi. Annem evde kefir yapardı. Kerem otizmli olduğu için ona çok faydalı bir içecek.

Sema teyze çiftliğe bizi davet ettiğinde annem kabul edince sevinçten havalara uçtum. Kerem nereye gideceğimizi anlamamıştı. Ata Çiftliği’nin fotoğraflarını göstermemiz gerekiyordu. Sema teyze telefonundan fotoğrafları gösterdi. “Kerem bak! Hafta sonu bu inekleri görmeye gideceğiz,” dedim. Kerem fotoğraflara baktı ve gülümsedi. 

O sırada annem, “İnekler nasıl ses çıkarır?” diye sordu. Yine söylemiyordu. Ona bunu nasıl öğretecektik?

Hafta sonu gelip çatmıştı. Güneş gökyüzünde pırıl pırıl parlıyordu. Sema teyze kapımızı çaldı. “Hazır mısınız?”,

“Hazırız,” diye sevinçle bağırdım. Kerem de heyecanlıydı. İnekleri göreceğini bildiğini anlamıştım. 

Çiftlik alanına girer girmez bir koku duyumsadım. Kokunun ne olduğunu sordum. Çiftliğin sahibi amca, ahır kokusu olduğunu inek çiftliklerinde böyle bir koku duyulduğunu, bunun çok normal bir şey olduğunu söyledi. Şimdi inekleri görmek için daha da sabırsızlanmıştık. Gerçekten de o kadar büyükler miydi acaba? Merakımı az sonra giderecektim. 

Kerem’in elinden tuttum. Amcayı takip ediyorduk. Büyük bir otlak alanına geldik. Onlarca inek alanda dolaşıyordu. Güneş kadar canlı, kahverengi, parlak tüyleri, kocaman baş ve gövdeleri ve uzun kuyrukları vardı. Düşündüğümden çok daha iri hayvanlardı. 

Kerem birden çitin kapısını açıp ineklerin olduğu yöne koşmaya başladı. İnekler sürü halde yürüyorlardı aralarına girdi. Çok eğleniyordu. 

Amca kucağında bir buzağı ile yanımıza geldi. Hayatımda gördüğüm en güzel buzağıydı. Karamel rengi tüyleri, kocaman yuvarlak gözleri vardı. Kerem buzağının yanına çökmüş onu okşamaya bile başlamıştı. 

Tam bu sırada diğer ineklerden biri ‘Möö’ dedi. Bir süre sonra hepsi ‘Möö’ diye sesleniyorlardı. “Bak Kerem! İnek möö diyor,” diye coşkuyla söyledim. “İnekler nasıl ses çıkarır?” dedim. Kerem bana döndü, gözlerime baktı ve net bir şekilde ‘Möö’ dedi. Kulaklarıma inanamamıştım. Burada, ineklerin arasında hemencecik söyleyivermişti. Hem de benimle göz teması kurabilmişti. “Kerem harika söyledin ve bana çok güzel baktın,” dedim. O sırada annemi gördüm. Sevinçten gözleri dolmuştu ve gülüyordu. İneklerin arasında onlarla beraber koşup oynadık. İnekler ot yiyordu. Kerem yerden ot koparıp ağızlarına vermeye çalışıyordu. Hiç korkmuyordu sanki yıllardır bu ahırda yaşıyormuş gibi onlara alışmıştı.  

Buzağıyı severken kulaklarının titrediğini fark edince gülmekten yerlere yattı. Annem çitin arkasından fotoğraflarımızı çekiyordu. Sonra yanımıza geldi, o da buzağıyı sevdi. Öyle mutluyduk ki o duyumsadığım ahır kokusunu bile unutmuştum. Kerem’in kokuyu hâlâ duyumsadığını biliyordum, çünkü kokulara ve seslere karşı çok hassas. Burada mutlu olduğu için sakin duruyordu.  

Biz ineklerle oynarken Sema teyze seslendi; “Kerem, Asya! Haydi artık gelin, yemek hazır. Daha tavuk ve ördekleri göreceğiz.”

Birden aklıma gelmişti. Tavuk ve ördeklerin de nasıl ses çıkardıklarını Kerem’e öğretebilirdik. Sabırsızlanmıştım. Öğle yemeğimizi hızla yiyip onlara bakmaya gittik. Fakat ne tavuklar ne de ördekler ses çıkarıyorlardı. “Onlar için başka bir gün yine geliriz,” dedi, annem. Buna çok sevinmiştim.  Çünkü burası çok güzeldi.

O gün anladım ki kardeşim Kerem’in öğrenmesi için görmesi gerekiyordu. Otizmli bir çocuk için görmek onun anlamasını ve öğrenmesini kolaylaştırıyordu. Hayvanları en güzel böyle öğrenebiliyordu. Tekrar bu çiftliğe gelmemiz şarttı. Tavukların ‘gıt gıt gıdak’, ördeklerin de ‘vak vak’ diye ses çıkardıklarını ona gösterebilecektik. Tabii keyifleri olur da ses çıkarırlarsa…

Akşama kadar çiftlikte hiç unutamayacağımız bir gün geçirdik. Eve dönme vakti gelmişti. Çok yorulmuştuk. Kerem de ben de arabada uyuyakaldık. Bir ara uyandım. Kerem uykusunda sayıklıyordu. Ne mi diyordu? ‘Möö!’ diye sesleniyordu.                 

14 Ocak 2025 Salı

Anı: Ve Perde


VE PERDE

 

“Burayı hatırladın mı?”

“Her yer çok başka görünüyor. Neresiydi burası? Yavaşla da bir bakayım.”

“Eh Çağla! Nasıl unutursun? Eski sokağımızın köşesi işte. Küçüktüm ama çok iyi hatırlıyorum. Ne çok giderdik sinemaya…”

Çağıl, küçük kardeşim, sinema deyince birden kıvılcımlar çaktı. “Tabii ya. Anneciğim her filme götürürdü bizi,” dedim ve sustum…

 

Bizim sokağın köşesinde Kültür Sineması vardır. Yılların sinema salonu. Her ay bir yeni film gelir. Büyük renkli afişler asılır. Tatlı bir telaş başlar, gişe önünde beklemeler, gülüşmeler, kıkırdamalar. Sanırsın bayram yeri. Sonra bir gün afiş indirilir yerinden. Günlerce mahzun kalır sinema salonu. Sinemanın önünden geçmek istemeyiz o günlerde. İçimiz burkulur. Ama durmayız hiç… Kendi filmlerimizi çekmeye koyuluruz. Evet, evet film çekeriz. Yazarız, kurgularız, oynarız.  Her yer bizim film setimiz olur birden.

O hafta başında yeni bir film gelmişti. Kocaman, adeta gökyüzünü kaplayan dev gibi bir afiş asılmıştı. Bulutların arasından görünen gökkuşağı gibi çarpıyordu gözlerime. Sevinçten çılgına dönmüştüm.  Annem hemen aldı biletlerimizi. Cumartesi hep bir sinemaya gidecektik. Hafta sonunu iple çekiyorduk.

Filmin başlamasına on dakika kala girdik salona. İçim içime sığmıyordu. Bordo perdenin görkemli bir açılışla yerini beyaza bırakmasını heyecanla beklerken hiçbirimizden çıt çıkmıyordu. Rengârenk ve masalsı görüntülerin başlama anını saniye saniye özümsüyorduk. Işıklar sönene kadar etrafı izlerken heyecanımı bastırmak için elimde sıkıca tuttuğum kese kâğıdından bir buzlu badem attım ağzıma. Bademin serin ekşimsiliği çocuk dilimde dolaşırken gözlerim büyüdü. Buzlu badem damağımda eridikçe sinemanın büyüsüne daha da yaklaştığımı hissediyordum ve heyecanımı.

Sinema salonunun koltukları öyle büyüktü ki, uzay mekiği kaptanının koltuğuna oturuyormuşum gibi geldi bana. İşte o an tüm salon uzay aracına dönüştü. Geminin kaptan koltuğunda oturuyordum işte. Uçmaya hazırdım. Bundan sonra olacaklar gözlerim kadar gerçekti. Hayallerim önümdeydi. Sanki kalbim atmıyor, nefes bile almıyordum. Büyülü ve renkli dünyanın içine dalmıştım. Beyaz perdenin içindeydim. Birden havalanmaya başladım. Tarihte geçmişe gittim. Dinozorlar koşuyordu yanımda. Sonra ‘geleceğe döndüm’ Genç bir kız olmuştum. Elimde kamera vardı. Yunusları çekiyordum. Bir yunusun kuyruğunda gezinmeye koyuldum. Bir köpek balığı yaklaştı. Korsan yelkenlisinin tepesine çıkıp serkeş bir korsan gibi izledim güneşi batıran ufku.  Sonra tekrar çocuk halime döndüm. Atladım bisikletime. Yıldızlı gökyüzüne, yukarı doğru hızla sürmeye başladım, sepetimde uzaylı yeni dostumla. Sevimli bir uzaylıydı. Karşıma çirkin suratlı adamlar, kadınlar çıktı. Sepetimdeki sihirli tozlardan avucuma alıp yüzlerine sıçrattım. Birden kafaları küçülmüştü, bezelye kadar küçük. Tüm bunları perdenin üstünde ben yapıyordum. Her şeyi yapabiliyordum. Herkes olabiliyor, her yere gidebiliyordum.

 Bir ben değildim böyle. Seren, Ongun, Devin ve kardeşim Çağıl, beşimiz de aynı duygularla sinema salonunda nefes bile almadan oturan küçük insanlardık. Dünyaya tepeden bakıyorduk ayın üstünde. Her şey küçük, basit, sevimliydi. Ve hepsi bize aitti. Köpeklerimiz, fillerimiz ve foklarımızla hep beraberdik. Kötülere karşı savaşacak uçaklarımız, oklarımız ve atlarımız vardı. Sadece bizim bildiğimiz ve kullandığımız ağaç evimizin içi oyuncak ve kitaplarla doluydu. Yırtık, askılı şortlarımızdan çıkan cılız bacaklarımız çizikti, çamurluydu. Büyük şapkalarımızın altında şakaklarımız terliydi.

Ama en favorimiz uzaydı. Uzay gemisini çalıştırıyor dünyanın çevresinde tur atıyorduk. Ayın kuyruğuna oturup ayaklarımızı sallayarak oltamızı gökyüzüne bırakıyorduk. Hayâllerin de ötesine gidiyorduk çoğu zaman. Aramızda kaç defa iddiaya girmişliğimiz vardı. Hangisinin gerçek olacağına dair… Bir gün bir uzay gemisine binip uzaya uçacak mıydık gerçekten? Bunu bilmemize gerek yoktu. Biz zaten gerçekleştiriyorduk. Yılmadan, vazgeçmeden film çekerdik biz. Filmlerimize aktörler bulurduk. Tom Cruise oluyordu mutlaka. Gerçekten film çekecek olsak belki de onu seçmeyeceğimiz halde, hayalimizdeki sinemada nedense hep oynatıyorduk onu.  

Sokakta oynadığımız en ciddi oyundu bu. Adı bile vardı; “filmcilik”.  Zamansızdı filmlerimiz, gecesi gündüzü yoktu. Yılı, yaşı yoktu. Hiçbir yere sığdıramazdık; ne evdeki kutuya ne de aklımıza. Filmi çekerken o an, yaşadığımız o büyülü an gerçek oluverirdi her şey. Beyaz perde canlanıverirdi gözlerimizde. Bizim beyaz hayallerimizin adıydı, sinema… 

                                               ***

  Perde kararlı ve işini bilen bir aktör edasıyla sessizce açılmaya başladı. Unuttuğum nefes ciğerlerime ferah bir havayla giriyordu. Düşlerimin izdüşümünü şimdi gözlerimle görecektim. Hayallerimdeki kadar güzel ve canlı olabilecek miydi? Annem olabildiğince kısık bir tonla seslendi. Sanki büyünün bozulmaması için özen gösteriyordu. Sesini, kulağımın bir kenarında taze tutmak beni güvende hissettiriyordu. O zaman daha cesur, çok daha tutkulu bir hayalperest olabiliyordum galiba. Annem, Çağıl ile benim elimizdeki soğuk kese kâğıdını alıp buz kesmiş parmaklarımızı ovuyordu. İşte o an gerçekle düşün birleştiği an oluyordu. Annem olmasa, kendimi içinde kaybeder, bu anın gerçek olduğuna inanamazdım. Kolumdan tutup “Güzelce seyredin,” diyor. Sanki üzerinde çok düşünerek bulmuş gibi bir cümleyle devam ediyor, “Bu anda kalın...” Bırakıyorum vücudumu sinema koltuğuna, ‘bu anda’ kalıyor sadece filmi izliyorum. Tabii, hayâl ettiğim gibi kaptan koltuğumda.

 

“Ne oldu? Sustun kaldın? Sorduğuma pişman etme beni!”

“Yok kardeşim yok. Aklımdan film çekiyordum. Tıpkı o günlerdeki gibi... Özlemişim…”

30 Aralık 2024 Pazartesi

Kıyı



KIYI


Karanlığın kendine özgü dinginliğinin ortasında bir kayık duruyor. Kayığın üstünde de bir kız. On altı on yedi yaşlarında. Denizin köpüklü dalgaları arasında kayığı bir görünüyorum bir kayboluyor. Kıyıdan, “Sara! Sara! ” diye bağıran adama çeviriyorum gözlerimi. Öyle yüksek sesle bağırıyor ki, kayıktaki genç kızın adının Sara olduğunu kıyıda bankta oturan, sahildeki kafede bira içen, eşofmanın hışırtısının tiz sesi etrafa yayılan altmışlık adam (yürümekle koşmak arasında bir tempoda giderken, temposunu bozmadan denize baktı), hepimiz o an öğreniyoruz. Çatallı bir sesle, “Yine mi!” diye bağırmaya devam ediyor adam. İsmi binlerce kez söylediğini, sesinden çok omuzlarındaki çökük duruştan anlıyorum. Bir de ‘yine mi!’ deyince. Bir süreğenlik var burada. Adam yorgun görünüyor, bitkin, yılgın. Sessiz. En çok da umarsızlığı dikkatimi çekiyor. Telaşına bakılırsa, bu, kızın ilk deniz çıkartması değil. Sara belki de yedi kat yabancıdır adama. Adını bildiği bir yabancı. Ya da birinden, bir şeyden, bir yerden kaçan zavallı bir kızcağız.  Kürekler sadık birer köle gibi itaat ediyor ona. Böyle kararlı ve emin şekilde kürek çeken birisi içgüdüsel bir dürtü duyuyor olmalı. Gitmek istediği yere ulaşmak için karşı konulmaz bir arzu.
Sara'nın olağandışı bir şey yaptığını düşünmüyorum. Ama kıyıda oturmuş, anormal bir olay gibi onu izliyorum. Koca denizde yapayalnız olduğunu görmek ürpertici. Mavi devi çok sevmeme rağmen gecenin karanlığında içinde yalnız ve kimsesiz kalmak korkutucu gelmiyor değil. Biraz uzakta biraz dışarıda olmak iyi geliyor.  Ne var ki bu kış günü Sara’nın soğuk, dalgalı denize, güvensiz bir kayıkla açılmasını garip bulamıyorum. Kendimce korkuyorum ama onu kıskanıyorum. Kıyıdan Sara’ya bakarken onun özgürlüğünü kıskanıyorum.  Bu ikilemde kalmak beni heyecanlandırıyor.

Vakit ilerledikçe kıyıdaki adam etrafa koşuşturmaya  başladı. Aynı anda Sara kürekleri bıraktı. Ayağa kalktı. Siyah dalgaların üstünde dans ediyor sanki. Kayık ha devrildi ha devrilecek. Denizin siyaha bulanmış beyaz köpükleri ile bulutun karıştığı tam o yerde kıpırtısız duruyor kayık. Gökyüzüne biraz daha yakın. Sara kollarını kaldırdı, kanat gibi sallıyor havada. Işıldıyor, yakamoz vuruyor su tanelerine. Ne hoş bir manzara. Kıyıda bir kargaşa, gerginlik var. Umursamazcasına kayığa bakanlar ile beraber ben de farkındayım. Ama gördüğümden keyif almanın hazzını duymaktan alamıyorum kendimi. Utanarak gizliyorum coşkumu.

 Körpe bir vücudu, yeni doğmuş bir bebeğin sırtı var Sara’nın; pembemsi sarımsı. Yavaş tempolu bir müziğe eşlik edercesine bir ritmi. Kıyıdan bakarken onun, bu kızılca kıyamet dünyadan uzaklaşmak ve kendi dünyasına gitmek isteyen bir melek olabileceği birden geliyor aklıma. Buraya ait olmadığı.
Adamın ortalığı velveleye vermesiyle, gözler yeniden Sara’ya dönüyor. Bir balıkçı kayığına atlayıp kızın yanına doğru hızla kürek çekmeye başlıyor. Yanına kadar geliyor. Uzatıyor elini. Kızın üzerindeki elbise uçuşuyor rüzgârda, ince mi ince. Elbisenin altından küçük göğüsleri, ince bacakları gölgeleniyor ara ara. Çıldırmışçasına sallanan kayıkta kız ayakta, suya düştü düşecek. Bağrışmalar başlıyor. Kıyı kayıktan daha kıyamet. Sara kıyıyı görse de o denize, önüne bakıyor; umurunda değil arkası. Ne adam ne kıyı. Adam fırsatını yakaladıkça elini uzatıp kızı yakalamaya çalışıyor. Herkeste bir telaş. Bir tek ben, Sara. Sakinim. 
İnsanlar aralarında konuşuyor. Bir sürü laf dolaşıyor etrafta. Sahil güvenliği arayanlar polis çağıranlar. Kıyıdaki sesleri duyuyor Sara. Yüzü net bir şekilde seçiliveriyor kıyıdan vuran şehir ışıklarıyla. Bir çocuğun masumiyetine sahip, vücudu ise bir kadın. Beyaz dişleri parlıyor. Gülüyor çünkü. Korkmuş görünmüyor. Aksine mutlu. Onun bu rahatlığı beni de güldürüyor. Eğlendiğimi kimseye belli etmemeye çalışıyorum. İnsanlar tarafından linç edilmek istemem. 
Sara’nın yanında şimdi ben olsaydım diyorum kendime. Kendi sesinde sağır olana kadar bağırmasını söylerdim ona. Dilediğince bağır, burası insanların yeri değil. Kimse karışmaz sana. Kalbini ve aklını, bilinmez yollarda gezinen düşüncelerini söyle dalgalara ve seni engelleyen eksikliklerinden kurtul. Çılgınca çekerdim kürekleri. Herkese özgürlüğümü kıskanmamalarını söylerdim. 
Kıyıda film izler gibi izleyen güruh söylenip duruyor. Bu saatte girilir miymiş, ölmeye mi çalışıyormuş, kafayı mı yemiş…
Bankta oturanlardan bir kadın, kibar insanlara has bir tavırla “Otistik mi acaba?” diye sordu yanındakine. Diğerinin bu konuda yetkin biri olmadığını ve hatta bilmişlik tasladığını “Zihinsel özürlü herhalde…” diye yanıtlayıp kaba kaba gülmesinden hemen anladım. 
“Otizm zihinsel özürlü demek değil… Sadece başka bakarlar her şeye, ” diye seslendim. Herkes kafasını bana çevirince orada olmanın ağırlığı çöküverdi üzerime. Söylediğimi karşıdakilerin duydukları kesin ama ne demek istediğimi anlamıyor kimse. “Dikkat çekmeye çalışıyor işte. Şımarıklık bu yaptığı…” Ve daha bir sürü laf söylemeye, ileri geri konuşmaya devam ediyorlar. Ayıplayıcı, duyarsız ve küstah suretler, duygudaşlık yoksunluğunu olanca korkunçluğuyla gösteriyor işte… Anlayışsızlık somutlaşıyor böylece. Sara’nın yapmakta olduğu şeyden çok, bu anlayışsızlık korkutuyor beni. Sara dünyayı anlamaya çalışma derdinde değil. Onun adına diğer herkes yelteniyor buna. O an, kayıkta olmayı çok istediğimin farkına varıyorum. Sara’nın yerinde olmak istediğimin. 
Adam kayığa atlıyor sonunda. Tam o anda Sara görüyor beni. Kıyıda, uzakta duran beni. Tanıdığı hiçbir şeyin olmadığı bir dünyada bildik birini görmüş gibi bana el sallıyor. Merhaba gibi bir el sallayış; hoşça kal ve merhaba arasındaki incecik ayrımı anlamam tuhaf. Onca kalabalığın içinde beni fark etti. Ben de onu. Sadece benim ve onun olduğu bir dünya. Beni gördüğüne göre onu kıyıya çağırmalıyım. Ama içimden gelmiyor. El sallıyorum. 
İkisi de aynı kayıkta. Dalgalar, adamın kayığa çıkmasına kızmış gibi büyümeye başladı. Sara, deniz, dingin gökyüzü; üçümüz, adamın kayığa çıkması ile büyük bir hayâl kırıklığı yaşıyoruz. Gök daha bir kararıyor. Bir anda. Kayığı alıyor. Köpüklü siyah. İçine.
“Gitti çocuk! Adamı da götürdü! Boğuldular mı?!…”
Deniz bomboş ve kimsesiz gibiydi. Dalgalar durulmuştu. Parmağımın ucunda ipince bir çizgi oluncaya kadar dalgaları izledim…
“Sonra. Sonra ne oldu?”
Sonra. Suyun yüzeyinde iki kafa göründü. Kayık ters dönmüştü. Babamla ters dönmüş kayığa tutunarak sahil güvenliğin gelmesini bekledik…

13 Ekim 2024 Pazar

Sinemada Film Arası Neden Var?

 

Sinemaya gidenler bilir. Filme başlarsınız. Filmin tam ortasında hop sinema salonunun ışıkları açılır. Koca beyaz perdede FİLM ARASI yazar. Seyirci bunu bildiği için sinirlenmez. Neden mi?

Sinema salonuna gidecek ve bir film izleyecekseniz bilirsiniz filmin ortasında salonun ışıklarının açılacağını ve 10 dk ‘lık film arası olacağını. Çünkü Türkiye’de sinema salonlarında gösterilen filmlerde film arası vardır. Bu Türkiye’de bir gelenektir.

Gelin, Türkiye’de neden film arası vardır, biraz irdeleyelim. Önce Türkiye’de sinemanın tarihinden biraz bahsetmek gerekiyor.

Türkiye’de Sinema

Türkiye’de ilk sinema gösterimi 1910 yılının 19 Martında İstanbul’da bir açık alanda gerçekleşmişti. Türk sinemasının ilk eseri bir belgeseldi. Ne yazık ki belgeselin hiçbir kopyası günümüze ulaşamamış. Sinemanın önemi daha sonra 1. Dünya Savaşı sırasında artmış. Dönemin Osmanlı Başkomutanı,  Alman ordusunun izlettiği filmler ile kendi askerlerini eğittiğini görür ve 1915 yılında Merkez Ordu Sinema Dairesini kurar. Böylelikle sinemacılık ve sinema sektörü Türkiye’ye giriyordur.

Uzun metraj filmler 20’li 30’lu yıllarda tek bir film şeridinde, yani tek bir bobine sarılı değildi. Bir film iki bobine sarılı olurdu. İlk bobin biter, projeksiyon cihazı durdurulur, ikinci bobin takılırdı. Sinemalarda görev yapan sinema makinistleri ( bir diğer adı projektör) film makinesini durdurmak ve ikinci bobini yerleştirmekle görevliydiler. İşte, bu bobinleri değiştirme anında geçen süreye Film Arası denmekteydi.

60’ larda projeksiyon cihazları tek bobine geçtiği halde Türkiye’de film arası geleneği devam etti. Günümüz teknolojisinde artık bobin de kullanılmayıp 2000’lerin başında dijitale geçildi. Türkiye’de sinemalarda film arası geleneği yine de bırakılmadı.

Dünya Sinemasında Film Arası Diye Bir Şey Yok

Avrupa ve Amerika sinema salonlarında böyle bir uygulama yok. Başka bir ülkeye gidip sinemaya girerseniz filmi baştan sona aralıksız izlemeniz gerekecektir. Çünkü bu Türkiye’ye has bir alışkanlık. Uygulanmasındaki tek sebep ise eskilerden gelen bir gelenek haline gelmiş olması yaşatılmaya devam edilmesidir.

Sadece Festival Filmlerinde Film Arası Yoktur

Dünyadaki tüm film festivallerinde olduğu gibi Türkiye’de de film festivallerinde filmler ara vermeden izlenir.  Filmler bir yarışma için seyirciyle buluşur. Belli bir sürede festival programında olan tüm filmlerin gösterimleri yapılmak zorundadır. Dolayısıyla film arası vermeye gerek görülmez.

Film Arası İle Antraktın Farkı

Antraktın kelime anlamı “ara” dır. Fransızcadan dilimize geçmiş bu kelime bir tiyatro terimi. Tiyatrolarda sahnedeki dekorun veya oyuncuların kostümlerinin değişmesi için verilen kısa aralardır Antrakt. Film arası ise sinemada gösterimi olan bir filmin ortasında filmi durdurup 10 dakika ara vererek kaldığı yerden başlaması anlamına gelmektedir.

Film Arası Türkiye’de Bir Gelenek Olarak Sürdürülmektedir.

Bu sinema tarihinin ilk zamanlarından gelen eski alışkanlık Türkiye’de güzel bir gelenek olarak kalmış ve ihtiyaç olmadığı halde sinema salonlarında film arası verilmeye devam edilmiştir.

Özlem Y. Uçak