TEK 'KİŞİLİK' ODA
1-Bitiş
Kapıyı çekip çıktım evden. Her bir metresini özenerek döşediğim, sonsuza
dek mutlu yaşayacağımı sandığım aşk yuvamı terk ettim. Güzel bir ev
yetermişçesine, anlamsız, boş bir çabaydı benimki. Şimdi gözümde yok ev. Dün
gece her şey bitti. Bana yaptığın şeyden sonra birden gözlerimdeki sis
bulutları kalktı. Erkan işe gider gitmez, Berrin’in ofisinin arka odasına attım
kendimi. Hem ofis hem ev. Başka gidecek yerim de yok. İşim yok, ne de bana kol
kanat gerecek ailem. Evlendikten sonra ellerimden bir bir kaydı hepsi.
Berrin tek arkadaşım. O bitirdi okulu, iç mimar oldu. İkimizin
hayallerini süsleyen iç dekorasyonları hayata geçiriyor. Nasıl heyecanlıydık
okulun ilk yıllarında. Kafamızda çeşit çeşit ev tasarlardık. Derken; şimdi
korkunç olarak tanımladığım ama o zamanlar bir mucize gibi gelen bir şey oldu;
son sınıfa geçtiğim yaz evlendim. Okulu da bitiririm evlenirim de, dedim. Ama
işler böyle yürümedi. Ne okulumu bitirdim, ne de mutlu bir evliliğim oldu. Bu
ofisten bozma tek kişilik odada şimdi oturmuş derdime yanıyorum. Yarası
geçmeyecek bir acı hissediyorum. Öyle kötüyüm ki, her geçen saat daha çok
kararıyor yüreğim. Ailemin, arkadaşlarımın ve en çok da, düşlerimin beni terk
etmesine izin verdiğim için kendime öyle kızgınım ki... Hıncımı başkaları
yerine kendimden çıkarmam bundan; oysa pek çok suçlu bulabilir hepsini yargılamadan
şuracıkta asabilirim. En başta, bana özgürlüğümü vermeyen ailemi, sonra da
onlardan görevi devralmışçasına devam eden kocamı. Fakat bu küçük pencereli
odada tek başımayım; insan kendisiyle ve hatalarıyla bir başına kalınca,
suçlayacağı tek kişi kendisi zira.
Bu oda, benim yapamadıklarımın bana miras bıraktığı koskoca bir boşluk. Pişmanım
hem de çok. Geleceğimi bir kalemde uğruna sildiğim adam sen miydin? Kimse bana,
‘herkes sevdiğini öldürür’ dememişti ki! Beni görmezden gelen, hem
ruhumu hem de bedenimi değersizleştiren o âşık olduğum adamdı. İşte, beni yakıp
kavuran bu acı. Dünyadaki ne çok acıdan daha çok acıtıyor. Terli yüzün,
ağzıma damlayan tükürüklerin aklımdan çıkmıyor! İşte sonunda başardın! Sevgiyi
öldürdük ve bir daha doğmayacak.
2-Kopuş
Evliliğin ikinci yılıydı. İşyerinin
organize ettiği büyük bir yemek yapılacaktı. Erkan bütün yıl boyu bunu beklemiş
her şeyi ayrıntısıyla o planlamıştı. Çeşme'de bir balo salonu kiralandı. Beni
de dâhil etmiş masa düzeni, salonun dekorasyonu, kullanılacak
malzemelerin seçimi konularında yardımcı olmuştum. Heyecanlıydım o gün. Bir
şeyin içinde olma hissi beni sevindirmiş, çalışma hayatına dair kaygıları
olmayan dingin ve sıkıcı hayatıma bir hareket gelmişti. Sırf o gece için
bir tuvalet bile aldım. Yemek saatinde beni evden alacağını söyleyip evden
çıktı. Çıkış o çıkış. Sanki bunların hiçbirinde ben yokmuşum hatta onun
hayatında değilmişim gibi. Ne telefonlarıma cevap verdi ne de aradı. Gecenin
bir saati gelip beni alacak zaman bulamadığını söyleyip işin içinden çıkıverdi.
Lacivert saten tuvalet üstümde, saçım yapılmış, makyajım en ince ayrıntısına
kadar düşünülmüş olarak onu beklerken bir şişe şarabı devirdim. O evde, onun
yanında ne olduğumu ilk defa o gün anladım. Bende bir şey koptu. Kopanın yerine
hoşuma gitmeyen, beni gerçek anlamda tanımlamayan başka bir şeyin yerleştiğini
ayrımsadım. Beni unuttuğunu söylediğinde ona hiç kızmadım. Sinirlenmedim. Hatta
ona hak verdiğimi, onca şeyin arasında bir de beni almak için eve uğramasının
ne kadar yakışıksız olacağı gibi bir şeyler gevelemiş ve konuyu kapatmıştım.
Ama aslında kalbimde derin dehlizler açılmıştı.
Ona karşı gelmeliydim. Ta en
baştan... ‘Okulunu bitirip bitirmemen hiç önemli değil canın ne isterse onu
yapabilirsin’ dediği zaman sevmek yeterli gelmişti bana. O an kendimi sevmekten
vazgeçmiş ve hatta geleceğimi ve umutlarımı heba etmişim; ne korkunç bir
cinayet! İnci Kalyon öldü! Yerine kendini, kim olduğunu unutmuş bir kadın
doğdu. O beni değil, kendi yarattığı imgeyi seviyordu. Erkekler böyledir. Kendi
imgelemlerine oturtabildikleri kadınları severler. Kadın ise başka. Kadın,
değiştirebileceğine, iyileştirebileceğine inandığı erkeği seviyor. Bunun için
inatla, ısrarla, hırsla çabalamaya devam ediyor.
Gecenin bir saatinde bana ait olmayan bu odada kıvranıyor bu kadın.
Kendini kendine kırdırmanın zulmünü yaşıyor... Midem kalkıyor. Acı bir
sıvı doluyor ağzıma. Üstüm başım, ellerim, pişmanlıkla ağdalaşmış sarı siyah
kusmukla doluyor. Ne kadarını temizleyebileceğim? Hiç geçmeyecek sanki;
kirletilmiş ve eskimiş bir bez parçası gibi kuytu köşelere atılmış hissini
yüreğimde taşıyacağım ömür boyu. Ve nasıl düştün İnci bu hale, neden kıydın
kendine, diye sorup duracağım, tek kişilik odaların duvarlarına. Şimdi bu izbe
odada kendimi infaz ediyorum. Sıkıyorum ellerimi, tırnaklarım etime giriyor,
kanatıyorum. Durmuyor kan. Yatağa akıyor.
***
3-Uyanış
Sabahın ilk saatleri. Gözümü kırpmadan, yutkunmadan, handiyse nefes
bile almadan bütün gece karanlığa baktım. Yorgunum. Sabahın, doğayı uyandıran
enerjisinden bende eser yok. Sabah olsa ne olur? Elinde hiçbir şeyi olmayan bir
kadın ne yapacak sabah olsa? Kapatıyorum gözlerimi, karanlığa sığınmak
istiyorum. Odanın dışından hafif müzik sesi ve kaşığın bardakla çınlaması
geliyor kulağıma. Hayatın benim dışımda sürdüğünü görmek içimi daha da
burkuyor. Keşke herkes benim gibi olsa şimdi. Üzgün, yılgın, çaresiz, işsiz,
yalnız, kırgın, pişman…, böyle olmadığını bilmek beni daha da kahrediyor.
Berrin geçmiş ofise. Yani, ofis olarak kullandığı geniş salona. Odanın
kapısını aralayıp kafamı hafif eğince ofis görünüyor, onu izliyorum
biraz. Gece boyu çılgınca sevişti sevgilisiyle. Vücudunda kanlı canlı
görünüyor yaşam sevinci, keyif kalıntılarını yakalıyorum
mimiklerinde. Çağırıyor yanına. Gecesi hakkında birkaç laf ediyor.
Normal bulurdum bu konuşmalarımızı. Hayata dalmaya çekinen bir akvaryum
balığı gibi ürkeğim, diken gibi batıyor göğsüme.
“İnci, ellerine ne oldu böyle?” diye soruyor tüm gece kanayan ellerime
bakarak. “Anlatmak istemiyorum. Boş ver,” diyorum.
“Çizsene, eskiden olduğu gibi. Hep çizerdin, ben hayrandım sana o
zamanlar…” Üstü boşaltılmış küçük masayı gösteriyor. Oturtuyor beni apar topar.
Kâğıtları kalemleri yığıyor önüme. Alıyorum kalemi elime. Bir anda
başlıyorum karalamaya. Suyla dolu bir bardağın taşması gibi hızla. Kâğıt
doluyor. Sonra yeni bir boş kâğıt daha sonra bir tane daha. Felsefi bir hiçlik
savunucusuymuşçasına, dizeleri dağılmış bir şaircesine. Kocası tarafından
ihanete uğradığını ölüm döşeğinde öğrenen mutluyken o an mutsuz ölen annemi. Ve
çaresiz kalan kızını. Âşık olduğu kocası tarafından tecavüze uğramış, onu
nelerin beklediğini bilmeyen kaygılı, genç kadını. Çiziyorum. Beni çiziyorum.
Saatlerce. Ofise birileri giriyor, çıkıyor. Telefonlar çalıyor. Konuşmalar,
kadın sesleri, erkek sesleri. Bense çiziyorum durmadan. Dünyanın son günüymüş
ve nefretimi kâğıtlara boşaltabilecekmişim gibi. Kalemi bıraktığımda yine aynı
düş kırıklıklarıyla, gerçeklerin var olma sebebini kabullenmeyi ve bana
kalanlarla yetinmeyi istiyorum. Ama yetmiyor. Sonra yeniden doluşuyor beynime
ateş gibi bir katran. Körfeze vuran günbatımı odaya vururken, akşam
olduğunu fark ediyorum.
Körfezdeki puslu yakamoza bakarak balkonda oturuyoruz Berrin ile. “Çizmek
iyi geldi biraz,” diyorum. Ama biliyorum bunun geçici bir rahatlama olduğunu.
Susuyorum, bu kısacık rahatlama anımın yerini yine huzursuzluğa bırakacağım
telaşı ile. Gece boyu konuşmalarımızla dolduruyoruz körfezin üstündeki
sisi. Okul anılarımızı, gençlik sevdalarımızı, şarkıların körpe kalbimize
yaptıklarını, hayallerimizi, ideallerimizi... İnci’yi hatırlatmaya çalışıyorum
kendime. Ben kimdim? Ne istiyordum? Sonra birden, içimde bir yara var ve o
kanıyor gibi içim burkuluyor. İçimde açılmış yaranın oluk oluk kanayıp ağzıma
dolduğunu hissediyorum. Aklıma o geceler bana yaptıkları geliyor. Kuş gibi
çırpınıyorum; içime bir serçe girmiş de kafesten çıkmak ister
gibi. Tükürüklerimi atsam ağrım geçer mi? Tuvalete koşuyorum. Ruhumun
ağrısı bedenime böyle sirayet ediyor. Kusuyorum yine, içimdeki acıyı çıkarmak
istiyorum. Birbirinden ayırmak imkânsız. Ruhum hastalanınca hücrelerime,
hücrelerim vücuduma, vücudum anneme ulaşıyor ve annem aklıma düşüyor. “Annem
aynı böyleydi...”, “Nasıldı Nefise teyze?”
“Körfezdi o. Körfezin güzelliğini saklayan bu sis annemin gözlerinde
dururdu. Buğulu bakardı hep. Sisli bir hüzün olurdu gözlerinde. Gerçek
duyguları sisin arkasında saklanırdı. Sisin körfezi sakladığı gibi. Şimdi daha
iyi anlıyorum. Yaşadıklarımız değil yaşayamadıklarımız gözlerimize sis gibi
oturuyor. Sessizce çığlık atarak saklıyoruz kendimizi… Keşke yanımda annem
olsaydı.”
“Ne derdi sana?”
“Bilmem. Anlatamazdım ki. Söyleyemezdim; utanırdım ondan... Kızının bu hale
düştüğünü görseydi kahrolurdu. ‘Sen benim gibi olma,’ demişti bir gün. Ne yazık
ki oldum işte! Bunu hayâl etmemiştim ki; başarılı olacaktım, çok sevilecektim,
sevecektim. Basit olmalıydı her şey… Çaresiz kalmış annem, gidecek yeri
olmadığı için terk edememiş babamı. Aynı kaderi yaşıyoruz, genlerimiz böyle
kodlanmış bizim Berrin!”
***
4-Başlayış
Ertesi sabah diğer günlerden farklı bir kaygı ile uyanıyorum. Koşuyorum
banyoya. İçimdeki tüm pislikleri çıkarmaya yelteniyorum. Çıkmıyor. Külçe gibi
oturuyor içimde. Ofis kenarlarında bir fare gibi yaşıyorum. Kimsem yok, işim
yok, evim yok. Ben ne yapacağım şimdi? Beni çaresiz görmemeli kimse. Özellikle
o! Fakat bir yandan da kendimi özgür ve iyi hissetmem tuhaf. Bu ikircikli
duygular beni en çok yoran şey. Özgür olma hissi insanı telaşa sürüklüyor ve
ardından kaygı başlıyor. Doğa kanunu kadar gerçek, yalın ve tertemiz bir kaygı.
Bunun farkına vardığım anda daha çok zinde hissetmeye başlıyorum.
Berrin'in bitmeyen ısrarı üzerine bugün dışarı çıkıyorum. Bostanlı’nın
kafeli sokaklarında yürüyorum. Her şey faklı görünüyor. Günler sonra yeni bir
dünyaya bırakılmış gibi bir yabancılık duyuyorum hayata. Karşıdan karşıya
geçiyorum. Bunu seçebilme özgürlüğü hafiften gülümsetiyor beni. Ne çok tutsak
etmişim kendimi. Evet kendim. Bunu yapan benim. Bir martı uçuyor tepemde, bir
uzaklaşıyor bir yaklaşıyor. Kendince bir yol çiziyor. Martının kendi
kanatlarıyla sahip olduğu şey onun, yalnızca ona ait. Bir kedi gibi
kıvrılıyorum kaldırımın bir köşesine. Bir dilenci gibi. Gözünü kaçırıyor
herkes, bana öyle geliyor. Önüme çıkan ilk eczaneye giriyorum. Gebelik testi
alıyorum. Yine Berrin'in ısrarı ile. Gerçeklerden kaçamayacağımı hissettiğim
gibi... Vitrinin camındaki yansımama gözüm takılıyor.
O an çok ilginç bir şey oluyor. Üzerimdeki elbise kendi başına
yürüyor! Elbisemi görüyorum fakat içi boş, gövdem koca bir delik. Sokak
ortasında bakakalıyorum. Hayalet olmuşum! Varım ama yoğum, buradayım ama
görünmüyorum. Telaşla bir tekel büfesinin önüne geliyorum. Büfeci telefonda
konuşuyor, bana bakmıyor. “Kısa Camel alabilir miyim?” diyorum. Parayı bir
hamlede alıp, sigara paketini koyuyor. Telefonda konuşmaya devam ediyor. Sesim
duyuluyor demek. Bedenimle değil de sadece sesimle buradayım hissine
kapılıyorum. Sustuğumda varlığım yok! O zaman hiç susmamalıyım… Büfeden
ayrılırken her şey daha da tuhaf geliyor bana. Lokma pişiren bir kadın köşeye
açmış tezgâhını. Yanık şeker kokusu doluyor genzime. İzmir’de olağan bir
durumdur, ölenin arkasından lokma dağıtmak. Kim bilir kim öldü... Artık
huzurludur belki. Ölmek huzurlu geliyor bana. Lokma dağıtan kadını izliyorum
biraz. “Kolay gelsin,” diyorum. Bir tüy boynunu gıdıklamış gibi kafasını
hafifçe oynatıyor. Havaya bakıyor, bana değil. Çubuğa batırıp bir lokma
vermesini bekliyorum. Kadın tezgâhını temizlemeye devam ediyor. “Başınız sağ
olsun,” diyorum. Yanıt vermiyor, uzatıyor lokmayı. Hâlâ bakmıyor bana. Kadına
değmeden geçmek için yola iniyorum. Camdaki yansımama bakıyorum. İçi boş ama
elbisem burada neyse ki… İnsanlar geçiyor, telaşlı, telaşsız, dalgın, tedirgin
ve daha pek çoğu, fakat beni kimse görmüyor. Sakin ol diyorum kendime. Yavaş yürüyorum.
Elbisemin bana yetişmesini bekliyorum. Vücudum kaskatı. Tenim ne kadar soğuksa
elbisemin rüzgârla hareketi o kadar ılık, yumuşak. Ben vücudumu göremezken
elbisem ahenkle rüzgâra eşlik ediyor. Adeta bana başkaldırıyor elbise.
Kaldırıma masalarını dizmiş bir kafe çıkıyor önüme. Oturuyorum. Önümdeki
küçük masaya sigaramı koyuyorum. Yine görünmedim. “Bakar mısınız?”
“Yalnız, self servis,” diyor sakallı genç adam. İçeri girip, “Bir
Türk kahvesi bir de ateş,” diyorum. Sakallı, arkasındaki diğer gence sesleniyor:
“Sende ateş var mı?” Gözleri aşağı bakarak çakmağı uzatıyor. Alıyorum.
“İsminiz?”, “İnci”, “Soy isminiz?”, “Kalyon. İnci Kalyon.”
Sipariş formunun üzerine yazıyor adımı. “Sesleneceğiz size,” diyor hiç
yüzüme bakmadan. Kızlık soyadımı söyledim! Sana ait hiçbir şey duymak
istemiyorum, soyadını bile. Uzun zaman oldu söylemeyeli. İnci’ye, gerçek
İnci’ye, genç, hayat dolu, idealleri olan, güçlü ne yapacağını bilen, kararlı
İnci’ye seslendim; onu çağırdım. Adımı seslenince içimde bir şey kıpırdandı. Demek
ölmemiş! Unutulmuş, üzgün, kızgın, hayâl kırıklığına uğramış olsa da hâlâ
yaşıyor. Birisi ölecekse o değil, o yaşamalı!
“Ne dediniz anlamadım?”, “Az şekerli olsun.” diye değiştiriveriyorum
söylediğimi.
Aklım bir karış havada, kafamdaki kocaman boşluk hâlâ duruyor. Gece olana
dek geziniyorum sokaklarda, saatlerce. Sahile iniyorum, Karşıyaka'ya yürüyorum
oradan. Sessiz sokaklarda, İzmir'in tüysüz kedileriyle beraber. Onlar beni
görüyor…
Üstüme çullanan akşamın ağırlığıyla varıyorum ofise. Ağır, yoğun bir yorgunluk
var üzerimde. Tüm gün kapalı kalmış nemli odaya giriyorum. Bir yabancı geliyor
oda bana. Sanki günlerdir beni misafir eden o değildi. Bir not var yerde,
kapıdan içeri iteklenmiş, hafif hırpalanmış bir kâğıt parçası.
-Erkan senin burada olduğunu anlamış. Ben ısrarla yok demiştim telefonda.
Belki de ısrarım ters tepti. Geldi bugün. Çok sinirli. Neyse ki sen gitmiştin.
Nerede olduğunu söylemedim. Bayağı bekledi. Yarın gelip seni eve götürecekmiş,
‘affedecekmiş’ seni, bu saçmalığa bir son verecekmiş. Lafa bak! Yüzüne
tükürmemek için zor tuttum kendimi. Sen yapacaksın, değil mi?-
Saçımın ucundan ayak parmaklarıma yürüyen, gözlerimi karartan, bana ait
olmayan ama zorla sahip olmak için beynime girmeye hazır bir korku var kâğıtta
yazılanlarda. Defalarca okuyorum. İçimi burkan bir çeşit varlık, tutkun bir
sakınımla dimağımda günlerdir saklıydı. Ben her okuduğumda harekete geçmek için
güç aldı adeta. Kâğıdı fırlatıyorum. Karanlığın içinde
kayboluyor. Banyoya giriyorum. Gebelik testi. Çubuğun üstünde iki çizgi.
Sokaktan usulca geçen arabada çalan şarkı umarsızca dolduruyor odayı. Pencereyi
açıp söylemeye başlıyorum birden. Pek bilmediğim bir şarkı. Nasıl aklımda
kalmış şarkının sözleri, şaşırıyorum. ‘Bir gül biter içimde. Tam bildiğin
biçimde. Gecenin tam üçünde…’Bu benim şarkım olsun. Kendimle benim aramda, genç
İnci ile bu İnci arasında. Ay var odada. Işığı açmıyorum. Gün boyu var olduğumu
bana gösteren, ılımış elbisemi çıkarıyorum. Çırılçıplağım. Karnıma sürüyorum
elimi. İnci Kalyon buradasın işte, sonunda görüyorum seni. Geçen akşam sıkarak
kanattığım ellerimin yarası kaşınıyor. Bandı çıkarıp kaşıyorum usulca. Haz
verici ve beni uyanık tutan bir coşku içimi kaplıyor. Şimdi her şey başka!
Bugüne dek beni kalbimin derinlerinden tutan şey, ansızın kollarından bırakıverdi.
Boşalıverdim. 'Dünyanın tüm acımasızlığına, başkalarının yargıcı bakışlarına
karşı hayaletim ben. Elbiseli bir hayalet. Bir ‘onlar’ görmüyor beni… Ben,
yalnızca üzerimdeki elbise ile görünen bir kadın, bir eş değilim!’ diye
bağırıyorum. Dolunayın sarı beyaz ışığı altında kendime bakarken farkına
iyice varıyorum. Beni ben yapan ve bana gösteren bir şey var, tek bir şey;
sadece kendime, varlığıma inancım. Ondan vazgeçmeyeceğim.