14 Ocak 2025 Salı

Anı: Ve Perde


VE PERDE

 

“Burayı hatırladın mı?”

“Her yer çok başka görünüyor. Neresiydi burası? Yavaşla da bir bakayım.”

“Eh Çağla! Nasıl unutursun? Eski sokağımızın köşesi işte. Küçüktüm ama çok iyi hatırlıyorum. Ne çok giderdik sinemaya…”

Çağıl, küçük kardeşim, sinema deyince birden kıvılcımlar çaktı. “Tabii ya. Anneciğim her filme götürürdü bizi,” dedim ve sustum…

 

Bizim sokağın köşesinde Kültür Sineması vardır. Yılların sinema salonu. Her ay bir yeni film gelir. Büyük renkli afişler asılır. Tatlı bir telaş başlar, gişe önünde beklemeler, gülüşmeler, kıkırdamalar. Sanırsın bayram yeri. Sonra bir gün afiş indirilir yerinden. Günlerce mahzun kalır sinema salonu. Sinemanın önünden geçmek istemeyiz o günlerde. İçimiz burkulur. Ama durmayız hiç… Kendi filmlerimizi çekmeye koyuluruz. Evet, evet film çekeriz. Yazarız, kurgularız, oynarız.  Her yer bizim film setimiz olur birden.

O hafta başında yeni bir film gelmişti. Kocaman, adeta gökyüzünü kaplayan dev gibi bir afiş asılmıştı. Bulutların arasından görünen gökkuşağı gibi çarpıyordu gözlerime. Sevinçten çılgına dönmüştüm.  Annem hemen aldı biletlerimizi. Cumartesi hep bir sinemaya gidecektik. Hafta sonunu iple çekiyorduk.

Filmin başlamasına on dakika kala girdik salona. İçim içime sığmıyordu. Bordo perdenin görkemli bir açılışla yerini beyaza bırakmasını heyecanla beklerken hiçbirimizden çıt çıkmıyordu. Rengârenk ve masalsı görüntülerin başlama anını saniye saniye özümsüyorduk. Işıklar sönene kadar etrafı izlerken heyecanımı bastırmak için elimde sıkıca tuttuğum kese kâğıdından bir buzlu badem attım ağzıma. Bademin serin ekşimsiliği çocuk dilimde dolaşırken gözlerim büyüdü. Buzlu badem damağımda eridikçe sinemanın büyüsüne daha da yaklaştığımı hissediyordum ve heyecanımı.

Sinema salonunun koltukları öyle büyüktü ki, uzay mekiği kaptanının koltuğuna oturuyormuşum gibi geldi bana. İşte o an tüm salon uzay aracına dönüştü. Geminin kaptan koltuğunda oturuyordum işte. Uçmaya hazırdım. Bundan sonra olacaklar gözlerim kadar gerçekti. Hayallerim önümdeydi. Sanki kalbim atmıyor, nefes bile almıyordum. Büyülü ve renkli dünyanın içine dalmıştım. Beyaz perdenin içindeydim. Birden havalanmaya başladım. Tarihte geçmişe gittim. Dinozorlar koşuyordu yanımda. Sonra ‘geleceğe döndüm’ Genç bir kız olmuştum. Elimde kamera vardı. Yunusları çekiyordum. Bir yunusun kuyruğunda gezinmeye koyuldum. Bir köpek balığı yaklaştı. Korsan yelkenlisinin tepesine çıkıp serkeş bir korsan gibi izledim güneşi batıran ufku.  Sonra tekrar çocuk halime döndüm. Atladım bisikletime. Yıldızlı gökyüzüne, yukarı doğru hızla sürmeye başladım, sepetimde uzaylı yeni dostumla. Sevimli bir uzaylıydı. Karşıma çirkin suratlı adamlar, kadınlar çıktı. Sepetimdeki sihirli tozlardan avucuma alıp yüzlerine sıçrattım. Birden kafaları küçülmüştü, bezelye kadar küçük. Tüm bunları perdenin üstünde ben yapıyordum. Her şeyi yapabiliyordum. Herkes olabiliyor, her yere gidebiliyordum.

 Bir ben değildim böyle. Seren, Ongun, Devin ve kardeşim Çağıl, beşimiz de aynı duygularla sinema salonunda nefes bile almadan oturan küçük insanlardık. Dünyaya tepeden bakıyorduk ayın üstünde. Her şey küçük, basit, sevimliydi. Ve hepsi bize aitti. Köpeklerimiz, fillerimiz ve foklarımızla hep beraberdik. Kötülere karşı savaşacak uçaklarımız, oklarımız ve atlarımız vardı. Sadece bizim bildiğimiz ve kullandığımız ağaç evimizin içi oyuncak ve kitaplarla doluydu. Yırtık, askılı şortlarımızdan çıkan cılız bacaklarımız çizikti, çamurluydu. Büyük şapkalarımızın altında şakaklarımız terliydi.

Ama en favorimiz uzaydı. Uzay gemisini çalıştırıyor dünyanın çevresinde tur atıyorduk. Ayın kuyruğuna oturup ayaklarımızı sallayarak oltamızı gökyüzüne bırakıyorduk. Hayâllerin de ötesine gidiyorduk çoğu zaman. Aramızda kaç defa iddiaya girmişliğimiz vardı. Hangisinin gerçek olacağına dair… Bir gün bir uzay gemisine binip uzaya uçacak mıydık gerçekten? Bunu bilmemize gerek yoktu. Biz zaten gerçekleştiriyorduk. Yılmadan, vazgeçmeden film çekerdik biz. Filmlerimize aktörler bulurduk. Tom Cruise oluyordu mutlaka. Gerçekten film çekecek olsak belki de onu seçmeyeceğimiz halde, hayalimizdeki sinemada nedense hep oynatıyorduk onu.  

Sokakta oynadığımız en ciddi oyundu bu. Adı bile vardı; “filmcilik”.  Zamansızdı filmlerimiz, gecesi gündüzü yoktu. Yılı, yaşı yoktu. Hiçbir yere sığdıramazdık; ne evdeki kutuya ne de aklımıza. Filmi çekerken o an, yaşadığımız o büyülü an gerçek oluverirdi her şey. Beyaz perde canlanıverirdi gözlerimizde. Bizim beyaz hayallerimizin adıydı, sinema… 

                                               ***

  Perde kararlı ve işini bilen bir aktör edasıyla sessizce açılmaya başladı. Unuttuğum nefes ciğerlerime ferah bir havayla giriyordu. Düşlerimin izdüşümünü şimdi gözlerimle görecektim. Hayallerimdeki kadar güzel ve canlı olabilecek miydi? Annem olabildiğince kısık bir tonla seslendi. Sanki büyünün bozulmaması için özen gösteriyordu. Sesini, kulağımın bir kenarında taze tutmak beni güvende hissettiriyordu. O zaman daha cesur, çok daha tutkulu bir hayalperest olabiliyordum galiba. Annem, Çağıl ile benim elimizdeki soğuk kese kâğıdını alıp buz kesmiş parmaklarımızı ovuyordu. İşte o an gerçekle düşün birleştiği an oluyordu. Annem olmasa, kendimi içinde kaybeder, bu anın gerçek olduğuna inanamazdım. Kolumdan tutup “Güzelce seyredin,” diyor. Sanki üzerinde çok düşünerek bulmuş gibi bir cümleyle devam ediyor, “Bu anda kalın...” Bırakıyorum vücudumu sinema koltuğuna, ‘bu anda’ kalıyor sadece filmi izliyorum. Tabii, hayâl ettiğim gibi kaptan koltuğumda.

 

“Ne oldu? Sustun kaldın? Sorduğuma pişman etme beni!”

“Yok kardeşim yok. Aklımdan film çekiyordum. Tıpkı o günlerdeki gibi... Özlemişim…”

30 Aralık 2024 Pazartesi

Kıyı



KIYI


Karanlığın kendine özgü dinginliğinin ortasında bir kayık duruyor. Kayığın üstünde de bir kız. On altı on yedi yaşlarında. Denizin köpüklü dalgaları arasında kayığı bir görünüyorum bir kayboluyor. Kıyıdan, “Sara! Sara! ” diye bağıran adama çeviriyorum gözlerimi. Öyle yüksek sesle bağırıyor ki, kayıktaki genç kızın adının Sara olduğunu kıyıda bankta oturan, sahildeki kafede bira içen, eşofmanın hışırtısının tiz sesi etrafa yayılan altmışlık adam (yürümekle koşmak arasında bir tempoda giderken, temposunu bozmadan denize baktı), hepimiz o an öğreniyoruz. Çatallı bir sesle, “Yine mi!” diye bağırmaya devam ediyor adam. İsmi binlerce kez söylediğini, sesinden çok omuzlarındaki çökük duruştan anlıyorum. Bir de ‘yine mi!’ deyince. Bir süreğenlik var burada. Adam yorgun görünüyor, bitkin, yılgın. Sessiz. En çok da umarsızlığı dikkatimi çekiyor. Telaşına bakılırsa, bu, kızın ilk deniz çıkartması değil. Sara belki de yedi kat yabancıdır adama. Adını bildiği bir yabancı. Ya da birinden, bir şeyden, bir yerden kaçan zavallı bir kızcağız.  Kürekler sadık birer köle gibi itaat ediyor ona. Böyle kararlı ve emin şekilde kürek çeken birisi içgüdüsel bir dürtü duyuyor olmalı. Gitmek istediği yere ulaşmak için karşı konulmaz bir arzu.
Sara'nın olağandışı bir şey yaptığını düşünmüyorum. Ama kıyıda oturmuş, anormal bir olay gibi onu izliyorum. Koca denizde yapayalnız olduğunu görmek ürpertici. Mavi devi çok sevmeme rağmen gecenin karanlığında içinde yalnız ve kimsesiz kalmak korkutucu gelmiyor değil. Biraz uzakta biraz dışarıda olmak iyi geliyor.  Ne var ki bu kış günü Sara’nın soğuk, dalgalı denize, güvensiz bir kayıkla açılmasını garip bulamıyorum. Kendimce korkuyorum ama onu kıskanıyorum. Kıyıdan Sara’ya bakarken onun özgürlüğünü kıskanıyorum.  Bu ikilemde kalmak beni heyecanlandırıyor.

Vakit ilerledikçe kıyıdaki adam etrafa koşuşturmaya  başladı. Aynı anda Sara kürekleri bıraktı. Ayağa kalktı. Siyah dalgaların üstünde dans ediyor sanki. Kayık ha devrildi ha devrilecek. Denizin siyaha bulanmış beyaz köpükleri ile bulutun karıştığı tam o yerde kıpırtısız duruyor kayık. Gökyüzüne biraz daha yakın. Sara kollarını kaldırdı, kanat gibi sallıyor havada. Işıldıyor, yakamoz vuruyor su tanelerine. Ne hoş bir manzara. Kıyıda bir kargaşa, gerginlik var. Umursamazcasına kayığa bakanlar ile beraber ben de farkındayım. Ama gördüğümden keyif almanın hazzını duymaktan alamıyorum kendimi. Utanarak gizliyorum coşkumu.

 Körpe bir vücudu, yeni doğmuş bir bebeğin sırtı var Sara’nın; pembemsi sarımsı. Yavaş tempolu bir müziğe eşlik edercesine bir ritmi. Kıyıdan bakarken onun, bu kızılca kıyamet dünyadan uzaklaşmak ve kendi dünyasına gitmek isteyen bir melek olabileceği birden geliyor aklıma. Buraya ait olmadığı.
Adamın ortalığı velveleye vermesiyle, gözler yeniden Sara’ya dönüyor. Bir balıkçı kayığına atlayıp kızın yanına doğru hızla kürek çekmeye başlıyor. Yanına kadar geliyor. Uzatıyor elini. Kızın üzerindeki elbise uçuşuyor rüzgârda, ince mi ince. Elbisenin altından küçük göğüsleri, ince bacakları gölgeleniyor ara ara. Çıldırmışçasına sallanan kayıkta kız ayakta, suya düştü düşecek. Bağrışmalar başlıyor. Kıyı kayıktan daha kıyamet. Sara kıyıyı görse de o denize, önüne bakıyor; umurunda değil arkası. Ne adam ne kıyı. Adam fırsatını yakaladıkça elini uzatıp kızı yakalamaya çalışıyor. Herkeste bir telaş. Bir tek ben, Sara. Sakinim. 
İnsanlar aralarında konuşuyor. Bir sürü laf dolaşıyor etrafta. Sahil güvenliği arayanlar polis çağıranlar. Kıyıdaki sesleri duyuyor Sara. Yüzü net bir şekilde seçiliveriyor kıyıdan vuran şehir ışıklarıyla. Bir çocuğun masumiyetine sahip, vücudu ise bir kadın. Beyaz dişleri parlıyor. Gülüyor çünkü. Korkmuş görünmüyor. Aksine mutlu. Onun bu rahatlığı beni de güldürüyor. Eğlendiğimi kimseye belli etmemeye çalışıyorum. İnsanlar tarafından linç edilmek istemem. 
Sara’nın yanında şimdi ben olsaydım diyorum kendime. Kendi sesinde sağır olana kadar bağırmasını söylerdim ona. Dilediğince bağır, burası insanların yeri değil. Kimse karışmaz sana. Kalbini ve aklını, bilinmez yollarda gezinen düşüncelerini söyle dalgalara ve seni engelleyen eksikliklerinden kurtul. Çılgınca çekerdim kürekleri. Herkese özgürlüğümü kıskanmamalarını söylerdim. 
Kıyıda film izler gibi izleyen güruh söylenip duruyor. Bu saatte girilir miymiş, ölmeye mi çalışıyormuş, kafayı mı yemiş…
Bankta oturanlardan bir kadın, kibar insanlara has bir tavırla “Otistik mi acaba?” diye sordu yanındakine. Diğerinin bu konuda yetkin biri olmadığını ve hatta bilmişlik tasladığını “Zihinsel özürlü herhalde…” diye yanıtlayıp kaba kaba gülmesinden hemen anladım. 
“Otizm zihinsel özürlü demek değil… Sadece başka bakarlar her şeye, ” diye seslendim. Herkes kafasını bana çevirince orada olmanın ağırlığı çöküverdi üzerime. Söylediğimi karşıdakilerin duydukları kesin ama ne demek istediğimi anlamıyor kimse. “Dikkat çekmeye çalışıyor işte. Şımarıklık bu yaptığı…” Ve daha bir sürü laf söylemeye, ileri geri konuşmaya devam ediyorlar. Ayıplayıcı, duyarsız ve küstah suretler, duygudaşlık yoksunluğunu olanca korkunçluğuyla gösteriyor işte… Anlayışsızlık somutlaşıyor böylece. Sara’nın yapmakta olduğu şeyden çok, bu anlayışsızlık korkutuyor beni. Sara dünyayı anlamaya çalışma derdinde değil. Onun adına diğer herkes yelteniyor buna. O an, kayıkta olmayı çok istediğimin farkına varıyorum. Sara’nın yerinde olmak istediğimin. 
Adam kayığa atlıyor sonunda. Tam o anda Sara görüyor beni. Kıyıda, uzakta duran beni. Tanıdığı hiçbir şeyin olmadığı bir dünyada bildik birini görmüş gibi bana el sallıyor. Merhaba gibi bir el sallayış; hoşça kal ve merhaba arasındaki incecik ayrımı anlamam tuhaf. Onca kalabalığın içinde beni fark etti. Ben de onu. Sadece benim ve onun olduğu bir dünya. Beni gördüğüne göre onu kıyıya çağırmalıyım. Ama içimden gelmiyor. El sallıyorum. 
İkisi de aynı kayıkta. Dalgalar, adamın kayığa çıkmasına kızmış gibi büyümeye başladı. Sara, deniz, dingin gökyüzü; üçümüz, adamın kayığa çıkması ile büyük bir hayâl kırıklığı yaşıyoruz. Gök daha bir kararıyor. Bir anda. Kayığı alıyor. Köpüklü siyah. İçine.
“Gitti çocuk! Adamı da götürdü! Boğuldular mı?!…”
Deniz bomboş ve kimsesiz gibiydi. Dalgalar durulmuştu. Parmağımın ucunda ipince bir çizgi oluncaya kadar dalgaları izledim…
“Sonra. Sonra ne oldu?”
Sonra. Suyun yüzeyinde iki kafa göründü. Kayık ters dönmüştü. Babamla ters dönmüş kayığa tutunarak sahil güvenliğin gelmesini bekledik…

13 Ekim 2024 Pazar

MÖÖ


MÖÖ

Yazan, Özlem Y. Uçak

 

Küçük kardeşim Kerem’e, ineklerin nasıl ses çıkardığını öğretmeye çalışıyorduk. Ama bir türlü söylemiyordu. Özel eğitim öğretmenleri, ben, annem hepimiz seferber olmuştuk. Bir gün üst komşumuz Sema teyze bize geldi. Hafta sonu için Ata Çiftliği’ne gideceğini, sütlerinin çok güzel olduğunu söyledi. Annem evde kefir yapardı. Kerem otizmli olduğu için ona çok faydalı bir içecekti. Sema teyze çiftliğe bizi davet etti. Annem kabul edince sevinçten havalara uçtum. Kerem nereye gideceğimizi anlamamıştı. Ata Çiftliği’nin fotoğraflarını göstermemiz gerekiyordu. Sema teyze telefonundan fotoğrafları gösterdi. “Kerem bak! Hafta sonu bu inekleri görmeye gideceğiz,” dedim. Kerem fotoğraflara baktı ve gülümsedi. 

O sırada annem, “İnekler nasıl ses çıkarır?” diye sordu. Yine söylemiyordu. Ona bunu nasıl öğretecektik?

Hafta sonu gelip çatmıştı. Güneş gökyüzünde pırıl pırıl parlıyordu. Sema teyze kapımızı çaldı. “Hazır mısınız?”, “Hazırız,” diye sevinçle bağırdım. Kerem de heyecanlıydı. İnekleri göreceğini bildiğini anlamıştım. 

Çiftlik alanına girer girmez bir koku duyumsadım. Kokunun ne olduğunu sordum. Çiftliğin sahibi amca, ahır kokusu olduğunu inek çiftliklerinde böyle bir koku duyulduğunu söyledi. Şimdi inekleri görmek için daha da sabırsızlanmıştık. Gerçekten de o kadar büyükler miydi acaba? Merakımı az sonra giderecektim. 

Kerem’in elinden tuttum. Amcayı takip ediyorduk. Büyük bir otlak alanına geldik. Onlarca inek alanda dolaşıyordu. Güneş kadar canlı, kahverengi, parlak tüyleri, kocaman baş ve gövdeleri ve uzun kuyrukları vardı. Düşündüğümden çok daha iri hayvanlardı. 

Kerem birden çitin kapısını açıp ineklerin olduğu yöne koşmaya başladı. İnekler sürü halde yürüyorlardı aralarına girdi. Çok eğleniyordu. 

Amca kucağında bir buzağı ile yanımıza geldi. Hayatımda gördüğüm en güzel buzağıydı. Karamel rengi tüyleri, kocaman yuvarlak gözleri vardı. Kerem buzağının yanına çökmüş onu okşamaya bile başlamıştı. 

Tam bu sırada diğer ineklerden biri ‘Möö’ dedi. Bir süre sonra hepsi ‘Möö’ diye sesleniyorlardı. “Bak Kerem! İnek möö diyor,” diye coşkuyla söyledim. “İnekler nasıl ses çıkarır?” dedim. Kerem bana döndü, gözlerime baktı ve net bir şekilde ‘Möö’ dedi. Kulaklarıma inanamamıştım. Burada, ineklerin arasında hemencecik söyleyivermişti. Anneme baktım. Sevinçten gözleri dolmuştu hem de gülüyordu. 

Akşama kadar çiftlikte hiç unutamayacağımız bir gün geçirdik. Eve dönme vakti gelmişti. Öyle yorulmuştuk ki Kerem de ben de arabada uyuyakaldık. Bir ara uyandım. Kerem uykusunda sayıklıyordu. Ne mi diyordu? ‘Möö!’ diye sesleniyordu.  

                                               ***

 

 

Sinemada Film Arası Neden Var?

 

Sinemaya gidenler bilir. Filme başlarsınız. Filmin tam ortasında hop sinema salonunun ışıkları açılır. Koca beyaz perdede FİLM ARASI yazar. Seyirci bunu bildiği için sinirlenmez. Neden mi?

Sinema salonuna gidecek ve bir film izleyecekseniz bilirsiniz filmin ortasında salonun ışıklarının açılacağını ve 10 dk ‘lık film arası olacağını. Çünkü Türkiye’de sinema salonlarında gösterilen filmlerde film arası vardır. Bu Türkiye’de bir gelenektir.

Gelin, Türkiye’de neden film arası vardır, biraz irdeleyelim. Önce Türkiye’de sinemanın tarihinden biraz bahsetmek gerekiyor.

Türkiye’de Sinema

Türkiye’de ilk sinema gösterimi 1910 yılının 19 Martında İstanbul’da bir açık alanda gerçekleşmişti. Türk sinemasının ilk eseri bir belgeseldi. Ne yazık ki belgeselin hiçbir kopyası günümüze ulaşamamış. Sinemanın önemi daha sonra 1. Dünya Savaşı sırasında artmış. Dönemin Osmanlı Başkomutanı,  Alman ordusunun izlettiği filmler ile kendi askerlerini eğittiğini görür ve 1915 yılında Merkez Ordu Sinema Dairesini kurar. Böylelikle sinemacılık ve sinema sektörü Türkiye’ye giriyordur.

Uzun metraj filmler 20’li 30’lu yıllarda tek bir film şeridinde, yani tek bir bobine sarılı değildi. Bir film iki bobine sarılı olurdu. İlk bobin biter, projeksiyon cihazı durdurulur, ikinci bobin takılırdı. Sinemalarda görev yapan sinema makinistleri ( bir diğer adı projektör) film makinesini durdurmak ve ikinci bobini yerleştirmekle görevliydiler. İşte, bu bobinleri değiştirme anında geçen süreye Film Arası denmekteydi.

60’ larda projeksiyon cihazları tek bobine geçtiği halde Türkiye’de film arası geleneği devam etti. Günümüz teknolojisinde artık bobin de kullanılmayıp 2000’lerin başında dijitale geçildi. Türkiye’de sinemalarda film arası geleneği yine de bırakılmadı.

Dünya Sinemasında Film Arası Diye Bir Şey Yok

Avrupa ve Amerika sinema salonlarında böyle bir uygulama yok. Başka bir ülkeye gidip sinemaya girerseniz filmi baştan sona aralıksız izlemeniz gerekecektir. Çünkü bu Türkiye’ye has bir alışkanlık. Uygulanmasındaki tek sebep ise eskilerden gelen bir gelenek haline gelmiş olması yaşatılmaya devam edilmesidir.

Sadece Festival Filmlerinde Film Arası Yoktur

Dünyadaki tüm film festivallerinde olduğu gibi Türkiye’de de film festivallerinde filmler ara vermeden izlenir.  Filmler bir yarışma için seyirciyle buluşur. Belli bir sürede festival programında olan tüm filmlerin gösterimleri yapılmak zorundadır. Dolayısıyla film arası vermeye gerek görülmez.

Film Arası İle Antraktın Farkı

Antraktın kelime anlamı “ara” dır. Fransızcadan dilimize geçmiş bu kelime bir tiyatro terimi. Tiyatrolarda sahnedeki dekorun veya oyuncuların kostümlerinin değişmesi için verilen kısa aralardır Antrakt. Film arası ise sinemada gösterimi olan bir filmin ortasında filmi durdurup 10 dakika ara vererek kaldığı yerden başlaması anlamına gelmektedir.

Film Arası Türkiye’de Bir Gelenek Olarak Sürdürülmektedir.

Bu sinema tarihinin ilk zamanlarından gelen eski alışkanlık Türkiye’de güzel bir gelenek olarak kalmış ve ihtiyaç olmadığı halde sinema salonlarında film arası verilmeye devam edilmiştir.

Özlem Y. Uçak

 

 

 

 

29 Şubat 2024 Perşembe

Distopik Öykü: Leke

 


                                                                                        
  ‘Bugünün bir daha asla doğmayacağını düşün.’ Dante                                          

LEKE

Erkeklerin hepsi öldü. Kıllı bedenleri bir anda alev aldı ve diri diri yandılar. Biz kadınlar yanışlarını izledik çaresizce. Hayatımızda sanki hiç olmamışlar ve böyle daha iyi olabilecekmişiz gibi erkeklerimiz olmadan bir süre yaşamaya çalıştık. Becerebilirdik, eğer güneş izin verseydi. Artık tek bir katilimiz var. Güneş. Saklanmıyorduk önceleri. Geçeceğini, zamanla biteceğini sandık. Yanıldık. Güneşin her geçen gün artan yakıcı gücüyle baş etmek artık imkânsız. 

Tüm bu olanlardan önce ilk, güvercinler öldü. Uçarlarken kıvılcım gibi parlayan küçük toplar şeklinde yere düştüler. Sonra çiçekler, ağaçlar, diğer hayvanlar. Sırayla hepsi yanarak öldü. Külleri bile yok oldu bu kavurucu sıcakta. Bugün, hemen şu anda veya birkaç saat, birkaç dakika sonra yanarak yok olacağım. Ben ve bebeğim. Bir kadın ve bir bebek. Belki de sadece biz kaldık. Beklemekten başka çarem kalmadı. Bir gün öleceğini beklemek kadar kolay değil bu anki bekleyiş. Sessizlik. Etrafta hiçbir şey, hiç kimse yok. 

Hayat oyalıyordu bizi eskiden. Ölüm sırasını bekliyor ama yaşıyorduk hayatı. Şimdi, güneş yakıcı yüzünü,  yani en parlak ve sıcak yüzünü göstermeye başlayınca sonunu bilmediğimiz bir yere varmak için küçülerek bekliyoruz. Evet dünya küçülüyor, ben küçülüyorum. Her geçen gün bir uzvum çalışmaz oluyor. Bir duyum yok oluyor. Bunların tek bir sebebi var. Güneş.

İşin tuhaf tarafı bu olay başladı başlayalı bebeği olan kadınlar ölmüyor. Küçülen dünyamızda anneler ve bebeklerinden başka hiçbir canlı kalmadı. Değişim kadınların varlığıyla, diğer bir değişle yok olması ile gerçekleşiyor. Vicdan azabı ve günah keçiliği yine kadınların payına düştü. Yaratılış hikâyesindeki yasak elmayı yeme meselesini düşününce yaşamın başlangıcında böyleydi, sonunda da böyle olmasına şaşmamalı. Sona gelindi. 

Birden olmadı bunlar. Dünya erimeye iki binlerin ilk yıllarında  çoktan başlamıştı. Ben çocuktum. Güney yarım küre okyanuslara karışmış yok olmuştu. Dünya bir küre değildi artık. Dağların beyaz, okyanusların mavi  olduğu o görkemli  yeryüzü artık bir yarım küreydi. Kuzey yarım kürede yaşayanlar, tüm bu olanları ve  olacakları hiç umursamadan  hiçbir şey olmamış gibi kaldığımız yerden tüm olanca ihtişamımızla devam ettik yaşamaya. Yürüyerek sahile giderdik annemle. Boylu boyunca çakıl taşlarına uzanır, hiç batmayan güneşi izlerdik.  Milyonlarca kilometre uzaklıktan nasıl da öldürüyor bizi, derdi annem. Onun bizi öldürüyor olmasına inanamazdım bir türlü. Kemiklerimi ısıtıyor, içime yaşam sevinci veriyordu. Güneş nasıl kötü olabilirdi? Çıplak gözlerimle güneşe bakmak isterdim annem izin vermezdi. Ben büyüyordum aynı anda ve aynı hızla güneş de büyüyordu. Sonra bir gün, onu anlamaya başladım. Bizi istemiyordu. Kötü olan insanlardı. O, dünyayı kurtarmaya çalışıyordu. Dahası onu hak etmediğimizi düşünüyordu. Adım adım yaklaştı ve  bizi içine hapsetti. Sadece 'onun' olmasını isteyen tutkulu bir sevdalı gibi dünyaya sahip oldu. Bunu hak ettik biz evet, ama ya yeni doğanlar. Ya oğlum, masum bebeğim Arda?...

                                              ***

Bugün bildiğimiz bu dünyanın son günü. Saat sabahın sekizi. Sıcaklık altmış yedi derece. Güneş perdenin erimiş deliklerinden içeri sızıyor. Arda’nın beşiğinin köşesi erimeye başladı. Bebeğimi kaptığım gibi odadan çıkıyorum. 

Dışarıdan uğultuyla bağrışma karışık sesler geliyor. Bebek ağlamaları, bağrışmalar. Bir kadın, “Aldı. Sonunda kızımı aldı benden.” dedi. Kadının soğukkanlı ve umarsız hali sesindeki donukluktan belli. Adeta duyguları alınmış ve yerine bir parça beyaz et bırakılmış gibi. Kadın devam ediyor konuşmaya; “Diri diri yanmayı beklemeyeceğim.” Bunu söyledikten sonra kadının sesi kesildi. Ardından, güneşin delice kavurduğu asfalt zemine çakılma sesi. Güm... Bu kaçıncı. Etraf kadınların vücutlarından kalmış toz küllerle dolu. Bebekleri elinden alınmış kadınlar bir bir intihar ediyor. Bedenleri yanarak kül oluyor. Benim için de zaman yaklaşıyor. Belki de öylesi daha iyi. Ölmediğimizde sonumuzun ne olacağını bilmemek korkutuyor beni.

O kadar sıcak ki nefes almakta zorlanıyorum. Güneş, evin pencerelerinden içeri girip önüne gelen her yeri eritiyor. Koltuklar, sehpalar, dolaplar, tablolar, her ne varsa eriyerek bir ırmak gibi akıyor. Alevin parlaklığı öyle güzel ki... Gözlerimi ondan alamıyorum. İşte o an bir duyumu daha, görme yetimi, kaybediyorum. Gözlerimin önünde parlak bir ışık. Başka hiçbir şey görmüyorum. Kendimi ona sakin ve huzurla vermeye hazırım artık. Ama ya oğlum. Arda! 

Güneşin direkt giremediği yer koridor. Yere çöküp sürünerek koridora geçiyorum. Arda doğduktan sonra bacaklarımı kullanamaz oldum. Hiçbir yere dokunmuyorum.  Dokunduğum anda vücudumun alev alması ve yanan kuşlar gibi kıvılcım toplarına dönüşmem an meselesi. Vücuduma iğneler batmaya başlıyor. Arda uyanıyor. Mememi ağzına veriyorum. 

 İlk önce burnum koku almamaya başladı. Yanmış et ve kanlı toprak kokusunu duymayınca kendimi iyi hissetmiştim. Ardından duyma ve dokunma duyularımı kaybedince oğlumu duyamayacak ve dokunamayacağım. Öyle halsiz ve yorgunum ki, hareketlerim yavaş, ağır. Yığılıp kalmamak için çok çabalıyorum.

Kurmalı duvar saatinin gongu her saat başı çalıyor. Eski zamanlardan kalma bir saat. Yere düştü, parçalandı ama bozulmadı. Dönüşen sadece dünya değil, asıl zaman dönüşüyor. Çocukken zamanın bonkör olduğunu, hayatı sakince, sindirerek ve doyasıya yaşatacağını sanırdım. Ama şimdi geldiğimiz yere bakınca, yokuş aşağı inen bir lokomotif kadar hızlı ilerlemesi artık canımı acıtmıyor. Aksine çaresizce beklemek yerine sonuma beni çabucak ulaştıracağı için seviniyorum. 

Dokuz, on, on iki. Gong durdu. Demek öğlen oldu. Dünya eriyor. Bulunduğum alan daralıyor. Ortalık öyle sessiz ki dünyada bir ben ve Arda kalmış olabiliriz diye geçiyor aklımdan. Koridorun iki duvarı birbirine biraz daha yaklaştı. Ortasında durabilmek için kollarımı ve bacaklarımı büküyorum. Dar alanlarda kısıtlı yaşayabilme alışkanlığına sahibim. Kollarımı, özellikle bacaklarımı kullanmayı uzun süre önce unuttum. Nefes almam değişti. Ciğerlerim küçülüyor veya parçalanıyor olabilir, hangisi oluyor anlayamıyorum. Neyse ki oksijen Arda için yetiyor. 

Kulağının arkasına sığınmış sarı lüle sırılsıklam olmuş. Hissizleşmiş parmaklarımın arasına alıyorum lülelerini. Onun bu hali beni deli ediyor. Güneşte kavrulmak yerine güneşli günlerin insana tattırdığı hazzı yaşasaydı. Ona bu güzellikleri gösteremediğim için üzülüyorum. Arda’nın yüzüne baktıkça pırıl pırıl kara gözlerinin içinde kendimi küçücük görüyor ona veremediklerim için utanıyorum. Çok geç. Her şey için çok geç.

Ağzımda tuttuğum havayı lülesine üflüyorum, ensesine biraz da böğrüne. Pörsüyen memelerimi bir şeye yetişmeye çalışır bir telaşla emiyor. Bebek saflığıyla mı, başka bir güç mü bilmiyorum fakat olanların gayet farkında. Bir yüce huzur var onda, sanki bir yere gitmek için hazırlanan bir asker cesareti.

Gonk bir kere çaldı. Saat bir. Her yer karanlık. Güneşin parlaklığını da görmüyorum artık. Tamamen kör oldum. Gözlerimde kalan tek resim, o son parlaklığı. Bir kez daha görebilseydim Arda’nın yüzünü... Sıcaklık artıyor. Yatak odasından aceleyle çıkarken termometreyi unuttuğumu fark ediyorum. Şimdi en az seksen olabilir. Etrafın rutubetlenmesi beni şaşırtıyor. Aynı anda yeraltından uğultular geliyor. Dışarıdan gelen tuhaf seslerin ne olduğunu bilmemek. Duymanın görmekten daha korkutucu olduğunu ayrımsıyorum ve korkuyorum. Galiba deprem oluyor. Teslim olmamak için zavallı dünya kalan son gücünü kullanıyor. Ama nafile!

Derken “Güm güm!” sesleri ile irkiliyorum. Yere çakılan insan vücutları. Yine birileri intihar etti. Sağlam kalmış metruk binalardan birinin tepesine çıkıp topluca aşağıya atladılar. Artık kanıksıyorum. Korku düşünülenin aksine insana cesaret veriyor. Böyle bir yaşam sürmek yerine bir seçim yapma hakkına sahip olmak ve ölmeye karar vermek cesurca ve belki de bu şartlar altında doğru bir davranış. Bilmiyorum, belki de onlar haklı. Nasıl öleceğini bilememenin verdiği korku, ölüm şekline kendi karar vermesi için  insanı cesaretlendiriyor. Ben de ölmeyi istiyorum hemen şimdi şu anda... Arda gözlerini açtı, tatlı bir bakış var yüzünde. Sakin, dingin. Hatta huzurlu.

“Yarım şişe su kaldı. Son suyumuz. Dünyadaki son su. Sana daha fazla süt veremem artık.” Arda gülümsüyor. Suyu içiyorum ve son kez emziriyorum. Görevlerimden birini tamamlamış olmanın verdiği bir gururla ağzımdaki ekşi tükürüğü yutkunuyorum. Arda’ ya sarılıyorum. Çok sıcak. Bu esnada bir gürültü daha kopuyor. Ardanın kulaklarını kapatıyorum. Sesten kulaklarım zonkluyor.  Duvar yürüdü,  diğer duvarın köşesine kadar geldi. Ev daraldı, üçgen gibi bir şekle dönüştü.

Saat iki. Onca şey yanıp yok olurken kalan tek şey, zaman. Koridorda sürünerek salonun kapısına kadar geliyorum. Arda oyun sanıp kıkırdıyor. Yüzüme toz geliyor ve sıcak rüzgârı duyumsuyorum. Bu rüzgâr! Ellerimle etrafı anlamaya çalışıyorum. Bebek sesleri geliyor. Ne ağlamak gibi ne de gülmek, sanki konuşuyorlar.

 “Beni duyuyor musunuz? Yardım edin, burada sıkıştık.”  

Yanıt alamıyorum fakat bebekler daha güçlü bağırıyorlar. 

 “Anneleriniz nerede? Yalnız mısınız siz ?”

Onlarca belki yüzlerce bebek var dışarıda.

“Neler oluyor, orada neler oluyor?”

Gong saatin üç olduğunu söylüyor. Birden keskin bir sessizlik kapladı etrafı. O an Arda’ nın gün boyu hiç ağlamaması aklıma geliverdi. Benim küçüldüğümü ve aynı anda onun büyümekte olduğunu ve büyümeye devam edeceğinin ayrımına şimdi varıyorum. Buruşturulmuş bir kâğıt parçası gibi iyice büzüldüm. Koku almıyorum, gözlerim görmüyor. Şimdi de sağırım. Hiçbir şey duymaz oldum. En son duyduğum, dışarıdan gelen bebek sesleri. Kulağımda çınlıyorlar. Dokunma duygum hâlâ duruyor. Arda’ya dokunuyorum. Yüzüne ağzına. Rahat ve sakin. 

Rüzgâr yine dokunuyor bana. Esiyor bir yerden. Nereden geliyor bu rüzgâr? Aylardan sonra ilk kez hissediyorum. Ne güzelmiş serinlik, esinti. Bedenimde duyumsayınca heyecanlanıyorum. Bir çıkış olabilir diye geçiyor aklımdan. Vücudumu sürüyerek rüzgâra doğru gidiyorum. Duvar bitti. O an birden bebeklerin ılık sakin nefesleri vuruyor yüzüme. İp gibi incelmiş, hissetmediğim bacaklarımın üstünde Arda kıpırdamadan duruyor. Bir karar vermeliyim!

“Sen her şeyin farkındasın değil mi bebeğim? Dışarıda seni bekleyen bir şey var. Orada bir hayat var!”

Ellerimi yüzünde gezdiriyorum, dudaklarına dokunuyor, öpüyorum. Tekrar tekrar, defalarca. Sonra Arda’yı tüm gücümle kapıdan dışarı doğru itiyorum. "Hoşça kal oğlum!"

Büyük bir patlama oluyor. Bu diğerlerinden çok daha büyük. Sanki dünyadan bir şey koparıldı. Ateş topuna dönen bir parçanın içinde güneşe doğru gidiyorum. Arda diğer tarafta, tüm bebeklerle kaldı. Orası yeni dünya. Dünya kendine yeni bir yaşam inşa ediyor. Burada benim olduğum yerde ne bebek sesi ne uğultu ne rüzgâr var. Biz bile yoğuz. Vücudum yok, yetilerim yok. Ölmeyi seçmek için seçeneğim bile yok artık. Keşke ölseydim. Anlıyorum. Bizlere verilen en mükemmel ceza bu olmalı. Kendi alevimizin içinde sonsuza dek yaşamak. Buna yaşamak denmez. Küçük bir nokta olarak burada ölmeyi bekleyeceğiz. Bir leke gibi.