İSTİLA
Hana, Nayiri ve yeni doğmuş gürbüz bebeklerinden oluşan üç kişilik bir
aile onlara ait olmayan bir dünyada yaşıyordu. Yaşadıkları bu dünya
başkalarınındı. Onlara ‘Uçanlar’ diyorlardı. Gece karanlığı çöktü mü dünyanın o
asıl sahipleri, yani Uçanlar, gökyüzünde beliriyordu. Karanlığı delen, kulakları
rahatsız eden bir çınlama ile etrafta geceleri geziniyor, insanlardan arta kalanlarla besleniyorlardı. Bu çekirdek aile,
Uçanlar’ın dışarıda ne yaptıklarını bilmeden, dahası merak etmeden küçük
evlerinde sessizce sabahı bekliyordu. Uçanlar geceye yayılmaya başlayınca bizim
küçük aile gibi diğer hiç kimse de çıkmazdı dışarı. Sabah olunca, Uçanlar kendi kuytu yerlerine çekilir koca dünya sanki sadece insanlarınmış gibi herkes kaldıkları
yerden devam ederdi hayatına. Böylelikle ellerindeki tek yaşam alanı olan bir dünyayı paylaşabiliyorlardı. Fakat bu gece diğer gecelerden farklıydı,
tuhaf bir sessizlik hâkimdi. Sağır edecek kadar bir derinliği vardı
sessizliğin. Bu sessizlik pek hayra alamet değildi. Uçanlar, insanların var
olduklarını bilmiyormuş gibi ortalıkta uçmalı, anlamsız, ürkütücü, insanı
dehşete düşürecek kadar tiz sesler çıkarmalılardı. Ama çıt çıkmıyordu.
Hana yatağa uzanmış Knut Hamsun’un Açlık romanını okuyordu. Hışırdatmamaya
büyük bir özen göstererek kitabın sayfasını çevirdi. Nayiri hemen yanında uyuyordu. Kaşınarak
koca kıllı cüssesini yatağa iyice yaymıştı. Hana şöyle bir yüzüne baktı. Öyle
yorgun görünüyordu ki, uyanmak bir tarafa gözünü dahi açacak hali kalmamıştı. Birkaç
gün önce sabahın ilk ışıklarıyla evden çıkmış, etraftan topladığı elektrik
kabloları, tabletler, telefonlar ve kullanılıp tüketilmiş pilleri toplayıp
merkezdeki devasa çöp konteynerine atmaya gitmişti Nayiri. Günlerce sırada
bekledikten sonra, onca emeğini, bir somon ekmek, bir kibrit kutusundan biraz
daha büyük tereyağı ve ailesindeki kişi sayısı kadar elma ile
ödüllendirmişlerdi. Nayiri eve yiyecek bir şeyler getirmenin kısacık, geçici huzuruyla
gergin bir uykudaydı.
Hana kitabını okumaya devam ederken bir yandan da, kulaklarını dikip
sessizliği dinliyor bir şeyler duymaya çalışıyordu. Derken sağ işaret
parmağının ilk boğumundaki bir nokta kaşındı. Tırnağını tenine sürttükçe çıkan
hışırtı sessizleşen odayı gürültüye boğdu. Kendi gürültüsünden endişe duydu.
Bedeninde bir şeyler yürüyordu sanki. Birden içini bir korku sardı. Kaşınmak,
gelecek olan facianın yaklaşmakta olduğunun ilk belirtisi olabilirdi. Uçanlar,
insanlardan daha küçük ama daha çoklardı. Akıllı değillerdi. İçgüdüleri ile
hareket eden disiplinli ve vahşi yaratıklardı. İnsanların varlıklarını
hissettikleri anda bulundukları yere geliyor, ne olduğunu anlayamadan onları
ısırıyor ve kaşıntı ile öldürüyorlardı. Silahları yoktu. Daha doğrusu silahları
kaşıntıydı. Isırdıkları anda çılgın bir kaşınma dürtüsüyle insan kendi kendini
parçalayarak öldürüyordu.
Hana ve Nayiri bundan birkaç yıl önce buraya gelmiş kendilerine küçük bir hayat
kurmuşlardı. Nereden geldiklerini onlar bile unutmuşlardı. Bebekleri Ayka
burada dünyaya gelmişti. Doğduğunda içlerini yersiz, dizginlenemez bir huzur
kaplamıştı o zaman. Her şeyin insanlığa yaraşır bir güzellikte olacağına inanmaya başlamış ve kendilerinden alamadıkları bu duyguyu bastırmayı bırakmışlardı. Yaşadıkları bu yeri iyice benimsemiş ve artık başka bir yere ihtiyaçları
kalmadığını düşünür olmuşlardı. Bu rehavetin, dahası bu yalan umutlanışın sonu
korkunçtu. Bir sokak köpeğinin tekmeler gördüğü acımasız hayatında şefkate
alışması gibiydi bu durum. Çünkü burası hiçbir zaman onlara ait
olmayacaktı. Beklemedikleri bir anda yerlerinden olacaklarını
düşünmeden geçirdikleri bir gün, bir an dahi yoktu.
Hana, “Belki de zamanı geldi,” dedi ağzının içinden. Nayiri'ye baktı.
Uykusunda debeleniyor, orasını burasını kaşıyıp duruyordu. Alnına bir şaplak
attı. Kızartana kadar kaşıdı. El bileklerini ve sonra yanağını. Ensesini.
Domino etkisiyle açıkta duran her yeri ardı ardına acıtırcasına kaşıyordu. Hana
belki de yemek bozuktu, onlar değildir, dedi kendi kendine. Buna inanmak
istiyor, bir yandan da gerçeğin böyle olmadığını içten içe hissediyordu.
Ayka’nın sesiyle doğruldu. Hızla göğsünün birini açtı. Memenin mor ucunun
etrafına yayılmış şişkin hareleri dahi kaşınıyordu. Ürkek, çekingen ve
tedirgin, serçe parmağının ucuyla memesini yavaşça kaşıdı. Çünkü kaşımaya
başladığında kendini durduramayıp çıldırmışçasına bir hazla sonu ölümle biten
bir yola girmiş olabilirdi. Hemen elini çekti. Dayanmalıydı.
“Bebeğin her yerinde kızarıklıklar var,” dedi telaşla. Ayka’nın minik ayak
parmakları, bacak boğumları kanıyordu. Bebeği yemeye başlamışlardı. Nayiri
sıçrayarak uyandı. Eli omzunda çıldırmış gibi kaşınmaya devam ediyordu. Hana
hafif devinimlerle bebeğin bacak boğumunu, kollarını kaşıdı. Tırnağını her
sürtüşünde bebek susuyor parmaklarını çekince ağlıyordu. Bir yandan kendini
kaşımaya çalışırken bir yandan da Ayka’yı rahatlatmaya çalışıyordu. Nayiri
korkusunu belli etmeden dışarıya çıktı. Etrafa baktı. Hava sakin görünse de bu
sinsi sessizliği ne zaman olsa tanırdı. Uçanlar'dı bunlar. Hem
uçabiliyorlardı hem de onları görmek kolay değildi. Nayiri içeri girdi, kapıyı
sessizce kapatıp Hana’ nın kulağına eğildi; “Bizi fark ettiler…"
dedi.
“Yoksa…" dedi Hana, yutkundu ve devam etti; "gitmeli miyiz?
”
Ayka çığlık çığlığa ağlayarak çırpınırken Hana haykırmaya başladı;
“Ona dokunmayın, bırakın onu! Gidin evimden!”
Bebeklere ve çocuklara daha güçlü ve korkusuz saldırıyorlardı. Uçanlar'ın
insanoğlunu nereden zayıf düşüreceklerini bilecek kadar duygusal zekâya sahip
olmaları şaşırtıcıydı. Belli ki onların hayatlarında aile, çocuk ve ev
kavramları vardı. Ve bu duyguyla dünyalarını korumaya
çalışıyorlardı. Hana, Nayiri’nin odadan çıktığını fark edince telaşa kapıldı.
“Nayiri, seni görmesinler. Yoksa!”
“Çıkmayın dışarı sakın! Evi sarmışlar… ”
Odanın dışından güçlü ve ritmik sesler geliyordu; ‘Dan, dan!’
Hana gergin bir şekilde beklemeye başladı. Ardından birkaç tane
daha; ‘Dan dan, pat pat, dan dan, pat pat…’
Ses hiç durmuyordu. Hana kapının deliğinden olanı görmeye çalıştı. Nayiri
gözü dönmüş şekilde etrafa vuruyordu. Korku, gücüne güç katmış, gözlerini
karartmıştı. Bu zaferi kazanmak ve hayatta kalmak için ne gerekiyorsa yapmaya
hazır bir savaşçı, çıktığı arenada var gücüyle savaşırdı.
“Alın bakalım. Gelin, hepiniz birden gelin! Alın bakalım!” diye
bağırıyordu. Kan revan içindeydi. Ne acısını duyuyordu ne de yaptığının bir
sonucu olmadığını görüyordu. Uçanlar her yerdeydi. Ne zaman bu kadar
çoğalmışlardı? Ne ara akıllanmışlardı? Çok kararlı ve saldırgandılar. Bu
anı sabırsızlıkla beklerken, doğanın kanunu gereği hayatta kalma güdüsüyle
bilenmişlerdi. Bu kararlılıkları insanın kanını dondurabilirdi.
Nayiri’nin her darbesiyle yaratıklar parçalara ayrılıyor, etrafa sıçrayan koyu
çamur bedenleri tekrar birleşerek eskisinden daha güçlenmiş şekilde uçmaya
devam ediyorlardı. Dolap arkasına, koltuk altına, kapı içlerine yerleştiklerini
ve orada sessizce beklediklerini Hana ve Nayiri nasıl fark edememişlerdi? Bu
dünyanın onlara ait olduğu yanılgısı gözlerini kör etmişti. Küstahça ve
bonkörce harcamışlardı her şeyi. Dışarısı yapay çöp yığınlarıyla doluydu.
Uçanlar’ın saklanabilecekleri ve üreyebilecekleri tek yer evlerin içerisiydi.
Başka hiçbir yer kalmamıştı. Doğada yaşayamıyorlardı. Yaşamak için insanların
gitmesi ve çöplerini de götürmesi gerekiyordu. Günlerdir belki de aylardır
bugünü bekliyor ve çoğalıyorlardı.
Hana ne kadar çok olduklarını görünce dehşet dolu gözlerle, elleri ağzında
bakakaldı. Kurduğu hayat gözünün önünde yok oluyordu. Her şey parçalanmış,
kırılmıştı. Hiçbir şey aynı değildi. Bir anlık güçlü bir dürtü ile
öldürmenin basit, can alıcı ve gerekli bir eylem olduğuna inancı arttı.
Öldürmek gerekiyordu. Ya birilerini ya da bir şeyleri. Ya onları öldürecekti ya
da yaşam umudunu. Karıncaya bile zarar veremezken şimdi bunu yapabilirdi.
Yaşamak için, hayatını yok etmeye çalışanları öldürecekti. Bu savaşı onlar
başlatmıştı. Eline geçirdiği her sert eşyayla vurmaya başladı. Her darbede
etraf kana bulanıyor, kalanlar kaçışıyor sonra tekrar toplanıyorlardı.
Sabaha kadar süren savaştan bitkindi ikisi de. Vücutları paramparça olmuş,
akan kanları üzerlerinde kurumuştu. Yorgunluktan
kıpırdayamıyorlardı. Güneş doğuyordu. Nayiri usulca elindeki küreği
bıraktı, üzgün ve çaresiz bir şekilde kafasını sağa sola sallayarak;
“Gitmeliyiz buradan. Bizi öldürene kadar durmayacaklar…” dedi.
Hana hıçkırarak, “çok alışmıştım buraya,”dedi.
“Ayka’nın eşyalarını topla. Bize de birkaç şey al. Herşeyi alamayız.”
“Onca şeyi bırakıp nereye gideriz, nasıl yaşarız? Burası bizim dünyamız
olmuştu.”
“Burası bizim değil, hiç olmadı.”
“Her şey bitti mi?”
“Ne yazık ki bu kadarmış. Diğerleri de gelecek. Ve onlar daha acımasız
olacak. Zamanın geldiğini anlasana Hana! Biz buraya ait değiliz. Burası onlara
ait. Hep öyleydi. ”
“Kalıp savaşmayacak mıyız? Hemen pes mi edeceğiz? Kurduğumuz hayat ne
olacak? Eşyalarımız, evimiz...”
“Bizi yok edene kadar bırakmazlar. Kalırsak yok oluruz. Başka bir
dünya bulmalıyız. Bizi kabul edecek başka bir yer. Böyle olmak zorunda… Lütfen
zorluk çıkarma artık.”
Bir çanta aldı eline diğer eline bebeğini. Yola çıktıklar. Bir de gördüler
ki, binlercesi yola çoktan düzülmüştü. Suçlu ve sakınımsız bir şekilde
yürüyorlardı. Hem bir kabulleniş vardı hem de umarsızlık. Ne bir dünyaları
vardı ne de toprakları. Onlar hiçbir yere ait değillerdi.
Gecenin sessizliği başlamıştı yine. Şimdi hayatta kalmak için vicdandan ve
merhametten sıyrılmaları, gerekirse öldürmeleri gerekiyordu. Tekinsiz bir güç
hissetti ikisi de. Kim haklıydı? Gitmek zorunda olan kimdi? Burası kime
aitti, neden birileri gitmeliydi? Acıktıklarında, tehdit edildiklerinde ve
zarar gördüklerinde yapacaklarını, bilinçlerinde dolaşan itici bir güçle
biliyorlardı. Tıpkı okuduğu Açlık romanındaki gibi buldukları ne varsa
yiyeceklerdi. Sorgulamadan, onlara ait olup olmadığına bakmadan bir yeri ele
geçireceklerdi ve oradakileri öldüreceklerdi. Onların yaşamda kalması için
gereken buydu. Ancak böyle yaşayabilirlerdi.
Yeni dünyalarını bulmak ve orayı işgal etmek için günlerce yürüdüler. Hiç
bir yerin onları kabul etmediğini görüyor ve böylelikle öldürmeye daha çok
alışıyorlardı. Büyük çöp merkezinin yakınında bir ev vardı. Küçük ama korunaklı
bir evdi. Pencerelerinde perdeleri olan bir ev. Perdesi olmayan pencereye
eğilip içeri baktılar. Odada küçük bir ışık yanıyor, yatağın ışığa yakın
tarafında biri oturuyordu. Elinde kitap tutuyordu. Diğer tarafında iri bir adam
kollarını alabildiğine açmış adeta bir ölü gibi gözlerini yummuştu. Nayiri,
"Burası tam bize göre bir ev," deyip Hana'ya eğildi. "Sessiz ol.
Ben hadi deyince içeri saldıracağız... Ben iri olana saldıracağım. Sen de, bak
bir de bebek var, ona yumul. "
Hana, kararlı, gergin ve kendinden emin bir tavırla "Tamam" dedi,
"Hazırım." Yoksunluk içinde ve insafsızca savaşmalı, soğukkanlı
şekilde, onlardan olmayan her şeyi yok etmeliydiler. Hayatta kalmak,
çoğalmak ve kendi dünyalarını kurmak için ne gerekiyorsa yapacaklardı. Onlar
istilacıydı.