TRENDE KAHVALTI
‘Yirmi iki otuz Ankara Ekspresi hareket etmek üzere!’
Anons duyulurken bir yandan da trenin melodik düdüğü çaldı.
Aklında tuttuğu donuk istasyon görüntüsü renklenmeye başladı, tren ete kemiğe
bürünüyordu. Ece ürkek bir kız çocuğu gibi omuzlarını büzdü. Koca istasyonun
kalabalığında tek başına kalmış hüzünlü babasına el salladı. Kendi hüznünü de gördü
onun yüzünde;
“Ah babacığım. Her seferde korkuyorsun. Görüyorum. Sen
böyle baktıkça ben öksüz çocuk hallerine bürünüyor daha kötü oluyorum.” Kendi
kendine söylendi elini sallarken.
“Hadi git, bekleme. İyiyim ben.”
Ağzını büyük büyük açarak, sessiz konuştu. Babasının düşük
omuzlarını arkadan görene dek baktı ve ardından perdeyi çekti. Yolculuğa başlıyordu.
Ece her ayın ilk günü, şirketin genel merkezinde bir günlük
çalışmaya gidiyordu. Tren hayat damarlarından biri, dost, sırdaş, hatta daha
fazlası olmuştu artık. Önce çocuk oluyor, sonra her tıngırtıda kadına dönüşme
anını kabuk değiştiren bir böcek çabukluğuyla anbean yaşıyordu. Trene her
bindiğinde kendini alıkoyamadığı aidiyet duygusunu büyük bir yoğunlukla
hissettiğini babasına söylediği zaman, koskoca adamın hüngür hüngür ağladığını
gördükten sonra, artık ona hiç bir şey anlatmamaya karar verdi. Oysa trende
yaşadıkları öylesine olağan ve doğaldı ki; tren, yerine başka bir şey
koyamadığı annesi demekti. Bu yüzden bu yolculuklar çok başka türlü oluyordu.
Babasına söyleyemiyordu bir türlü. Zaten onu üzgün görmek Ece’yi kahrediyordu.
Onun suçu yoktu, kimsenin yoktu.
Valizini alt ranzaya yerleştirdi. Perdeyi açıp garı
seyrederken son çağrı düdüğü çaldı. Uzak, geçmiş, gelecek, anne, ölüm hepsi
trenin içinde onunla beraber olacaktı gece boyu. Yolculuğun sonunda gözünü
Haydarpaşa’da açacak olmanın verdiği enteresan bir heyecan vardı bir de. Bu
heyecanı aslında tam olarak Haydarpaşa’nın o büyülü manzarasına değildi, gece
boyu hissedecekleri ve yaşayacaklarının ardından, her ne olursa olsun hayatın
devam etmesi gerektiğini bir kez daha göreceği içindi.
Kompartımanındaki küçücük lavabonun musluğunu kontrol etti.
Bazen su akmazdı. Akıyordu. Lavabonun kenarına koyulan beyaz sabunu eline aldı.
TCDD damgasının üstünde parmaklarını gezdirdi. Girintilerini hissederken içinin
titreyişi bedenini sarıyordu, canlıydı bir kadındı o. Önce burnuna götürüp
gıdıklanana kadar derin bir nefesle kokladı. Sabun iliklerine kadar varlığını
hissettiği birinin sönmeyen kokusuydu. Annesiyle yaşadığı zamanları içine
hapsetmişti sabun. Sadece trendeydi ve bu sabundaydı. “Başka hiçbir yerde
yoksun” dedi. Ama çoğu zaman onun ve onunla yaşadıklarının, yalnızca trende
olmasına memnun oluyordu. Çantasından çıkarıp eskiyi kenara koydu, yenisini
çantasına aldı. Kapısı tıklandı. Evinin kapısıymış gibi açtı. Tanıdı onu,
biletçiyi. Trenin çocuklarından biriydi o. Ece onun yorgun ama dikkatli,
biletçi de Ece’nin dingin ve yalnız halini hızla ve susuz yutulan bir hap gibi
içlerine aldılar.
“Restoran ikinci vagon, yemek servisi gece ikiye kadar,
kahvaltı altıda, gecikmeyin…’
Bu sözleri ezbere bildiği halde ilk kez duyarcasına
dikkatle dinledi. Büyük bir aile olmanın coşkusu içini kıpır kıpır ediyordu.
Sabahları, ‘kahvaltı hazır, haydi kalk’ diyen o yumuşacık ses ile aynı
duygulardı bunlar. Çocukça gülümsedi. Görevlinin kibarca uzattığı ısıtılmış, pamuk
kadar yumuşak ve kar gibi beyaz el havlusunu aldı.
“İyi yolculuklar.”
“İşte” dedi, “yolculuğum şimdi başlıyor.”
Annesinin elini tutar gibi sımsıkı tuttu ve kapıyı
sürdü. Tren hızını almaya, arkasında havası kuru şehri bırakıp Yeditepeli
kente doğru yollanmaya başlamıştı. Rayların üstünde süzülürken zaman kavramı,
rayın tekdüze tıkırtısının içinde yok oluyor ve tren adeta başka bir boyuta
doğru yol alıyordu. Geçilen köyler, kasabalar, sessiz bakkallar, karanlık
metruk istasyonlar trenin peşine takılıp onlar da zamansızlığın çekiciliğine,
bir sırrın gizine kapılıyorlardı sanki. Bir şeyleri arkada bırakırken çıkanlara
yer açıyordu hayat. Ve sonunda o muhteşem Haydarpaşa’nın görkemli görüntüsüne
ulaşacağını bilerek şevkle ilerliyordu tren.
Onun kaldığı kompartıman ne kadar sondaysa o kadar trene
dokunacağı anlamına geliyordu. Yemek vagonuna doğru olabildiğince ağır yürüdü.
Odalardan gelen konuşmaları duyuyor, belli belirsiz rüzgâr uğultusu da
eklenince tren kollarıyla onu saran bir Dev’e dönüşüyordu. Hiçbir sesin
bastıramadığı ray sesi, Dev’ in ayak sesleriydi. Ertesi gün işe koyulduğunda
bile saatlerce beyninde o tını olacağını biliyordu.
Restorana geldi. Güzelliğiyle değil tavır ve hareketleriyle
etkisi altına alan kadınlar olurdu nedense hep restoranda. Aralarında sohbet
ediyorlardı. Yanlarından belli belirsiz selam vererek geçti. Onlardan en uzak
masaya yöneldi. Elinde genellikle Cumhuriyet Gazetesi olan, popülist kisvesi
kuşanmış yaşsız, aydın insanlar da seviyordu Ankara Ekspresini. Böyle biri tek
başına oturuyordu. Her nedense ona ölümü çağrıştırıyordu onlar. Hâlbuki buram
buram yaşam soluyorlardı, görüyordu. Ama
Ece için ölümden başka hiçbir şey yoktu burada; trenin kendisi, yaşam ve ölümdü
zaten.
En büyük gizem, sonsuz bağlılıkla sanki hiç uyumadan çalışan
garsonlardı. Yaşamları trenin içinde geçiyordu sanki. Dev’in atan kalbi
gibiydiler, bazen de gözleri.
Tren duracak gibi yavaşladı, ardından acımsı bir sesle
durdu. Baştan aşağı ürperdi. İçsel bir dürtüyle telaşlandı;
“Yol bitmeden,
sabaha hazırlamadan beni bırakmamalısın. Tamam mı? ” Garson masasına yaklaştı.
“Kızıma son selam olsun.” Dedi ve sustu.
Hüznün karşı konulmaz ağırlığıyla Ece oturduğu yere çöktü.
Susulduğunda daha çok konuşulduğunu bilmek erdemdi. Sessizdi ama bir yandan da
her uzvuyla ve hareketiyle bir şey söylüyordu. Ece sadece gözlerini yumup açtı.
Neden son selam olduğunu biliyordu çünkü ama söylemeye ve duymaya daha hazır
değildi. Saatlerle sınırlanmış sessizlik akdi ikisi arasında bu haliyle
imzalanıyordu.
Trenin çocuklarıydı ikisi de; tren ise korumak isteyen ama
dışarının acımasız ve sert hengâmesinde yüzyılların yorgunluğu ile yeterince
kollayamayan naif bir baba, çocuklarını çok sevdiği halde yanlarında olamayan,
kötülüklerden etkilenip şeytanın pençesinden kopamayan narin ve hassas bir
anneydi şimdi. Sadece üçünün bildiği bir sır vardı ve böylelikle sanki sessiz
kalacaktı.
Her zamanki gibi kalecik karası sipariş etti. Garson küçük
iki boş kadehi önden getirdi. Sonra beyaz kumaş peçetesi ile şarap servisini
sessizce yaptı. Ece, usulca ağır ağır akan şarabın kırmızısını izledi.
“Hayatımın boşluklarını dolduracak mı?” dedi. Garson
sessizlik akdini bozmamanın hevesiyle hafifçe gülümsedi, küçük bir baş hareketi
yapıp uzaklaştı.
Pencereden yıldızlar, zaman zaman da ay görünüyordu.
Koskoca bir boşluğun içinde onlar ve Ece vardı. Masalardaki tüm o insanlar yok
oluvermişti Her bir yudumla girdiği akıl yolları daha bir daraldı ve sonunda
içeride kaldı.
Ilık ses, “ Oturabilir miyim?” dedi.
Ses, şarabın kadehten ağzına akışı gibi içine derince aktı.
Diğer yandan külçe gibi ağırdı. Balyoz gibi sertti. Kadının gözleri tıpkı tren
gibi büyüktü. İçine girip kaybolabilirdi neredeyse. Islaktı, serkeşti. Uzun
açık kumral saçları beline kadar inmişti, incecikti. Öyle güzeldi ki fakat sesi
üzgün ve olgundu. Hiç durulmayan bir nehir gibi beyazdı. Ece ellerindeki
kızarıklıklara bakarak, “Üşümüşsünüz” dedi.
“Dışarısı bayağı soğuk.”
“Alın, ısıtır sizi.”
Kırmızı bebek yaka hırkasını çıkarıp uzattı.
“Ne kadar güzel hırka. Sana çok yakışmış.”
“Teşekkür ederim. Giyin.”
Giydi. Karanlık pencereden içeriyi izliyordu, daha çok
kadını. Omuz başları, göz çukurları aynıydı. Modigliani’nin resimlerindeki
kadınlar gibi uzundu boynu. Kadın sağ eliyle sol omzunu sol eliyle sağ omzunu
tuttu ve titriyordu.
“ Dışarı çıkmasanız olmaz mıydı? Bakın hâlâ titriyorsunuz?
Nedir sizi bunaltan, üzen? Neden kederlisiniz? ” deyip tekrar pencereye döndü;
“Zaman geçtikçe bir şeyleri unutmaktan korkuyorum.
Yüzünü, en çok da kokunu. Trenin çocuklarından birisiniz siz de…” Diyip
sessizliğe büründü.
“Neden sevgiye inanmadınız? Keşke anlayabilsem…”
Kadehi kafasına dikti. Kadın suskun şekilde hâlâ oturuyordu yanında.
Arkasına yaslandı. Her şey olması gereken bir düzende
oluyormuş ve hiçbir şey onun umurunda değilmiş gibi tren, karanlık boşlukta
huşu içerisinde ilerliyordu. Sanki tek hedefi gitmesi gereken yere ulaşmaktı.
“Bu tren gibi olmayı ne çok isterdim. İçinde olup bitenleri
bağrına basıyor ve her ne oluyorsa olsun kendi yolunda gitmeye devam ediyor.”
Pencereden bakarken kadının gözlerinin önünde sokak
lambasının ışığı yandı ve gözler yok oldu. Bir kasabadan ya da bir köyden
geçiyorlardı. Dünyevi meşgalelerin varlığı vardı dışarıda.
“Çabalıyorum. Onun gibi olmaya. Her yolculuğun sabahında
hiçbir şey olmamış gibi devam etmeye çalışıyorum. Unutmaya ama bir yandan da
hep anımsamaya çalışıyorum. Kendimi aldatıyorum.”
Şarabı tazelemeye garson geldi.
“Bir şişe daha açmıyorum, geç oldu.”
“Yarın sabah bana kahvaltı hazırlar mısın? Yine anımsamakta
zorlanacak kadar içimde kayboldum” dedi üzgün ve dingin bir kabullenişle.
“Tabi” Dedi ve sonra devam etti;
“Restoran kapandı. Ama istersen oturabilirsin biraz daha.”
Ece yalpalayarak kalktı;
“Gitmeliyim, uyumalıyım.”
“Biraz daha otursak, hemen gitmesen. Daha konuşsak. Şarabı
seviyordum ben de. Bir kadeh de benim için… Affettin mi ha affettin mi? ”
“Yalvarmayın. Affedilecek bir şey yaptıysanız yalvarmamalısınız…”
Beşik gibi sallanıyordu tren. Açık perdeden güneş vurdu
yüzüne. Uyandığında ranzadaydı. Nasıl geldiğini anımsamıyordu. Restorana
gitmeli, garsonu bulmalıydı;
“Suskunluk bitsin mi?”
“Bitsin. Başka çarem mi var?”
“Kahvaltını getireyim mi? Her zaman ki gibi peynirli tost
ve sütlü kahve.”
“Gece uyutmadım yine galiba.”
“Uyumak ölüm gibidir ama biz yaşıyoruz. Öyle değil mi?
Unutmadan. Hırkanı getireyim.”
Hırkanın kırmızısı garsonun elinde ölü bir kuş gibi
çırpındı.
“Bu hırka beni kahrediyor. Bir daha bunu getirmeyeceğim.”
“Sen bilirsin. Ama onunla özel bir bağın var biliyorsun.
Giymesen de o senin üstünde.”
Ece'ye kibar bir beyefendi gibi giydirdi.
“Mektubu cebine koydum. Masada kalmış.”
Elini cebine attı. Mektubu nazik hareketlerle açtı. Belki
de yüzüncü kez okumaya başladı;
“Sevgili kızıma, son selam olsun bu mektup. Affet beni
kızım. Ama ben hiçbir şeye dayanamıyorum. Senin hiç bir suçun yok. Babanın da.
Ona iyi bak. O çok iyi bir baba. Çok iyi bir kocaydı, ona söyledim. Bana rağmen
beni sevdi. Amacım sizi üzmek değil aksine üzmemek için bunu seçtim. Güzel
kızım, başarılısın, güzelsin de. Çok iyi olacaksın ve ben seni izleyeceğim.
Sana ördüğüm hırkanın cebine koyuyorum mektubu. Ben gittikten sonra bu hırkayı hep
saklayacağını biliyorum. Son konuştuğum kişi, restorandaki genç garson. Fotoğrafını
verdim. Mektubu sana vermesini rica ettim. Gözlerinde gördüm. İnsanlara
güvenmek lazım. Ben bunu başaramadım. Kendime bile inanmadım, hayata, sevgiye.
Bana dedi ki, trenin çocuklarıyız biz, kollar bizi. Hoşuma gitti. Beni de kollasın,
kurtarsın beni bu içimde yılan gibi gezinen kötü düşüncelerden. Neden hep
ruhumda hissettiğim biteviye kederlerle doğdum ki... En hızlı gittiği sırada
yapacağım. Acımayacak hissediyorum. Şimdi mutluyum. Beni tanrıdan başkası
iyileştirmez. Ben öldükten çok sonra okursun. Olsun. Sakın kendini suçlu
hissetme. Asla. Böylesi daha iyi. Bir kere üzüleceksiniz, daha fazla
üzmeyeceğim artık. Sen bana değil babana benziyorsun neyse ki. Seni çok
seviyorum. Annen.”
Yavaşça mektubu katladı. Hırkanın cebine geri koydu. Garson
kahvaltı ile yanına geldi;
“Dönüş ne zaman?”
“Bu akşamki seferle.”
Tren Haydarpaşa’ya yaklaşmak üzereydi. Sır dolu, karanlık
dehlizlerden geçip aydınlığa ulaşmanın keyfiyle usul usul ilerliyordu. Ece
pencereden boğazın ferahlatan rengini ve aydınlığını içine çekti.
“İyi misin?”
“İyi olacağım. Umarım her 'sefer'de daha iyi olacağım.”
2 yorum:
Çok güzel bir öykü olmuş Ozlem cim tebrik ederim....
Adsız kişi, çok teşekkür ederim. Sevdiğim ve sevdiğiniz birisiniz şüphesiz. Sonsuz sevgiyle.
Yorum Gönder